İnsan ne zaman sevmelere yaklaşsa, aşka düşse derinlerinde bazı kısıtlamalar ortaya çıkmaya başlar. Bu kısıtlamar, her özne için benzersiz olan gereksinimlerin karşılanması sürecinde ortaya çıkan bilinçdışı kısıtlamalarıdır. Aşk, sevmeler ya da aşırı hoşlanmalar olumlanan bir dille ikrar edilse, öyle yaşansa da tekrarlayan, döngüsel ve zorlayıcı karakteriyle bir semptom olarak veya semptom kümesinin içinde yapılanırlar. Günümüzün sevmeleri, aşkları geçmişteki yaşanırlıklarına nazaran muhatapları arasında gerçek bağlar oluşturmakta zorlanıyorlar. Semptom burada insan öznesi ile onun zevklenmesi arasında bağ kuran bir yapı olarak ortaya çıkar. Bu bağın kökeni, karşı cins figürü ile bebeklik-çocukluk çağlarında kurulan ilk bağlantıda yatar ve bir semptom olarak aşk ve sevmeler, “cinsiyet elbisesi giymiş” güncel biri ile kurulan ilişkide bu derin bağı yönetmeye ve canlı tutmaya çalışır. Dolayısıyla ilişkide taraflar babalarına ve annelerine yeniden ve yeniden “derin” bir başvuruda bulunmak zorunda kalırlar. Karşı cins konumundakiyle her ilişki, insanı cinsiyet konumunda yeniden sınar. Her karşılaşma aynı zamanda bir cinsel kimlik sorusunu da sordurtur. Semptomun dinamikleri bu türden bağlantılarla doludur. Örneğin, erkek, ilişkide, derin bağlarında annesi ile temas kurup ona bilinçdışı yakınlaşırken, aynı zamanda babasının ilişki, erkeklik formülünü bir model olarak kopyala-yapıştır yapmak, hatta deyim yerindeyse onun semptomunu tekrarlamakla karşı karşıya kalabilir. Bu noktadan aşka giden yolda, aşkta, sevmelerde, karşı cinsle ilişkilerde muhatapların neden sıklıkla yüceltildiğini (başka bir açıdan da indirgendiğini), gerçeklikle bağlarının nasıl zayıflatıldığını daha iyi görürüz. O halde gözleri bozuk ya da tamamen kapalı olmadan sevmek, sevilmek nasıl mümkün olacak? Her derde deva, mucize bir reçete vermek mümkün olmamakla birlikte aşkın, sevmelerin şişirilmişliğini ya da zayıflığını bir ölçüde dengeleyecek bazı adımlar atılabilir. Fantazmaların türbülansında, düşünce içinde aşırı şişirilmiş ve konuşmanın giderek çoğaldığı, dilin aşırılıklarıyla yer arayan ilişki, bağ kurma çabasında olan insanlar bedenli bir varlık oluşumuzu hatırlatırcasına sevişmek, sevişmeyi öncelemek, muhatabını “insan, bedenli bir varlık” olarak da var kabul etmek iyi gelebilir. Öte yandan dilde aşkı ve sevmeleri, muhatabına böyle de yönelmeleri ihmal edenler, sevişmenin bedenli, cinsel haz kısmında kısır döngüye girenler, bunu sanki “sevmek” ve “sevilmenin” yegane gösterisi olarak yaşayanlar içinse dillerindeki yavanlığı azaltmak, aşkı, sevmeleri dile getirmek, muhataplarına bir özne olarak seslenmek canlı bir bağı kurmak yardım edebilir. Psikanalitik psikoterapi süreci, insanın sevmelerini, aşklarını “bir model”, “bir ölçek” dayatmadan kabul eder ve eşzamanlı olarak, sevmelerin aynı zamanda net, keskin kısıtlamalarla geldiğini ortaya çıkarmayı ve farkettirmeyi de hedefler. Bazen iyileşme bir “büyü bozumu” gibi gerçekleşir. Aşk ya da aşksızlığın semptomları, sevmelerin derinliği bir öznelerarasılıkta, güncel bir dünyevilikte yeniden anlam bulur. Daha insanca olan yeniden başlamak için daha uygun bir konumdur artık.