Ötekinin yamukluğu

Öteki “olduğu gibi” bilinemeyendir ve dolayısıyla bazen yamuk; bazen eksik, bazen de fazla ve abartılmış ya da göz alıcıdır. Bir kaçınılmaz olarak ötekinin bakışında kendine bakan, kendini şekilden şekle, kılıktan kılığa sokup bir sahneleme içerisinde hayatını sürdüren biz güzel insanlar bir bakıma yalnızlığımızın huzursuzluğu ile baş başa kalırız. Bu duruma bir ayar verebilmek için iç dünyamızı yapılandırır, semptomlardan semptom beğeniriz. Sahne hep vardır; sahnede kalmak esas olsa da bazen sahne dışına çıkıvermek, sahneden istemeden, bilmeden kaçmış olmak ta haktır. Yaşamayan, ya da yaşayanlara şahit olmayan azdır: Sahnedeki için bazen “boş bakan bir çift göz”den, “taşa dönüşmüş”, “keskin bıçak” olmuş bir sözden daha huzursuzluk veren bazen allak bullak eden başka bir şey var mıdır. Ağzımızdan konuştuğumuz kadar bakışlarımızla da konuşuruz. Bazen bir tarafımızın konuştuğunu öteki tarafla örter yalanlarız. “Sözlerim sana cesaret veriyor olabilir ama bakışlarımla öyle demiyorum. Bakışlarımda gel diyorum, kal istiyorum sözlerimde ise git”… Sanki hep konuşur gibiyiz sessizce. Sessizlik içinde bir konuşma yapar gibiyiz. “Ben kendi sahnesinde yalnız birisiyim. Lütfen bana yardımcı ol; yalnız olmadığıma beni inandır. Bir ilişki muhatabı olarak seninle, senin bakışına, eylemlerine, varlığına anlam verebildiğim, seninle kendi kendime kendi hikayelerimi, iç sesimi akıp giden zamanın içinde birbirine bağlayabildiğim ölçüde huzurlu olacağım. Ben doğuşta varoluşun kaygısını taşıyorum en derinimde; bakışların, varlığın bana biraz cesaret versin. Herkes herkesin yücesi olma potansiyeli taşır. Buna mukabil olansa, insanı olabilmektir bir ötekinin. Dil içinde olmak, dilden medet umarak konuşmak, konuşmaya, konuşulana tutunmak ve dinleyebilmek muhtemelen hepimize iyi gelecek. Bir sahne sanatçısı olarak bizler gösterimizi tüm varlığımızla icra ederken sanatımızı kısmen kendimize kısmen de ötekine yöneltiriz. Bu sahnedeki gösterinin ötekine geçebilmesinin de en güçlü formülüdür. Aynı zamanda bir öteki olarak bizler salt bize yönelmiş hitapların “ötekiliği”nden gerilir, ürker, farkında olmadan savunmalarımıza başvururuz. Ötekilikle salt bir kaşılaşma hem mümkün değil, hem de teklif edilmesi, yaşanması bile aşırı kaygı vericidir. İlişki, iletişim sek, susuz içilebilir, keyfine varılabilir bir durum değildir. “Sana hitabım aynı zamanda kendine hitabımdır”; biri ötekince içerilir. Sanatım sanat için, kendime bir gösteri olduğu kadar ötekinedir de, öyle de olmalıdır sanki. Bu sınırların, tekinsizliğin ve ötekinin emredici tonundan beni emin kılar. “Duyuyorsun ben sana hitap ederken seni ağzıma dolayıp durmuyorum aslında, kendimden de bahsediyorum aynı zamanda; rahat olabilirsin, birlikte güvendeyiz” diye konuşabiliyor muyum acaba? Böyle de sorabilmeli, kendime bakabilmeliyim aynı zamanda. Dilde, sözde barış olmadan ilişki de ve hayatta barış zor görünüyor.O zaman bir kulağa küpelik, parmağa ilmeklik bırakalım şuraya: Zahirde iki kişi olduğumuzda bile kalabalığız. Ben, sen, bendeki sen, sendeki ben; belki başkaların da o an orada olduğunu ve sözümüzün daha nerelerden duyulduğunu hatırlayalım. Dilde barış duyuluyorsa sahne rahattır. O zaman perde.

Fotoğraf: Hayoun Kwon – Otherness

Anne-lik

Hikayenin en başı itibariyle bebek ve çocuk için anne diğer insanlara benzemeyen, yegane varlıktır; insan anlayışına tercüme edersek yüce, insan ötesidir. Bu durum anneye dair olanı bir bakıma tekinsiz, gizemli, anlaşılamaz yapar. Anne şefkati de bundan payını alır ve öyle ya da böyle bu şefkat bir tekinsizlik içerir. Her çocuk yaş aldıkça, büyüdükçe bir başkasında anne dışı şefkati tecrübe ederek, dahası onu yeğleyerek bu tekinsizliği azaltır. Dünya ona bu fırsatı verir; beklenen de budur. Büyümek, dünya gerçekliğini tamamen anne üzerinden okumak değil, kendine ait, anne olmayan tarafla da okuyabilmektir. Şefkat, annelikte bir tarife, tanıma hatta ölçüye indirgenemez düzeyde insancadır. İndirgemek diyorum, zira geriye dönmek, geriye dönüş fantazmasını canlı tutmak “reductio ad unum”, “birliğe, bebek-anne tekliğine”, o şefkate sürekli müracaat etmekten başka bir şey değildir. Anne ile yola çıkar, anne olmayanla kendimiz oluruz. Herşey zamanında. Çocuklarımızı ve kendimizi anne olmayanın şefkatine doğru cesaretlendirmek kaygılarımıza iyi gelir.

Resim: Joan Miro – Maternity

Şu hayatın cambazı

Funanbulist, her türlü ip canbazlığını kapsamakla birlikte aynı zamanda mecazen karşıtlıkları bir söylemde, ortamda ya da beden de biraraya getirebilen bir yürüyüş, duruş sanatçısıdır. İnsanlık yüksek ip üzerinde bir canbazlık gösterisini de içerir. Galiba bundan kaçış yok. Bu gösteri ölümle yaşam arasında ince çizgide, ânın en yoğun haline, kalbin bir sonraki atımına kadar olan aralıktaki tüm bilinç hallerine açık olmaktır aynı zamanda. Sabah uyanınca ara sıra gider bir kitap açarım. Uyku mahmurluğunu kahveye kavuşturuncaya kadar karıştırırım sayfaları, kelimeleri tarar, cümlelere dokunur, satır aralarında gezerim. Bu sabah Wittgenstein rastgeldi; elim mi uzandı, ben mi yaptım emin değilim. Psikanalitik rüya çalışmasına getirdiği ilginç yorumları bir kez daha okuduktan sonra belki üzerinden geçip gittiğim ama hatırlamadığım şu satırlar dikkatimi çekti:”Dürüst dindar düşünür ip cambazına benzer. Neredeyse havada yürüyormuş gibi görünür. Dayandığı(ayağını bastığı şey, hayal edilebilecek en ince şeydir. Ve yine de onun üzerinde yürümek gerçekten mümkündür.”Sabah çağrışımların yerinde durur mu, durmaz tabi. “The Walk” ve “Man on Wire” filmlerine götürüverdi çağrışımlarım. Keyifle izlediğim ve soundtrack’lerini (film müzik albümü) de beğendiğim filmlerdi bunlar. Film, yaşamla ölüm arasındaki yüksek bilinç düzeyinde ölümün kestirilemezliği ve tekinsizliğiyle daima orada hazır bekleyen kaygıya yaşamak istikimatinde verilmiş cevaplar ve atılmış adımlarla bir düzen getirilebileceğini söylüyordu bana göre. Cambaz ya da sanatçı Petit böyle şeyler söylüyor, yaşıyor ve gösteriyordu. Filmi geçmişte işlemiş olmama rağmen yeniden yorumladım. Tıpkı hayatıma, hayatlarımıza yaptığımız gibi. Anlam kaçınılmaz olarak geriye doğru üretiliyordu değil mi?“High-wire walking” – “yükseklere gerilmiş ince ip-hat üzerinde yürüyüş” Wittgeinstein’ın satırlarıyla şu çınlamaya dönüştü kulaklarımda “kıldan ince kılıçtan keskin, kıldan ince kılıçtan keskin, kıldan ince…” Çocukluğumun imgesel evreni, satırlar ve filmlerle yeniden ele alınıyordu. “Kıldan ince, kılıçtan keskin”… Sırat iki kuleyi, hakikatten yalıtılmış iki kuleyi ayıran “hayal edilebilecek en ince şey olarak” karşımda duruyordu. Cambaz Petit de tam bunu yaşıyordu. İp üstünde iki kule arasında çok acayip bir sessizliğin ortasında yaşamaktan bahsediyor, performatif bir varoluş sergiliyordu. Sanatçının sanatında nasıl da devrimci olabildiğini bana göre gösteren eylemlerdendi bunlar. Petit artık bir devrimciydi gözümde. “Kıldan ince kılıçtan keskin”… Petit ve Wittgenstein iki kule arasında ince bir hat üzerinde buluşmuşlarıdı. İnsanca ve mümkün olan birşeyden bahsediyorlardı. Çoğu şey gibi iki kere yapılmalı, yaşanmalıydı; sırattan geçiş. Yaşamak, dünyalı olarak yaşamak yolda olmaktan başka neydi. Dünyada yaşamak bir gerçeklik kulesinden, bilinemeyene, lakin hakkında konuşulana doğru gerilmiş ince ipin üzerinde yürümek gibiydi. İki kere sırattan geçilmeliydi. İlkini konuşabiliriz, ilkini yaşayabiliriz. İkincisi ancak “reductio ad absurdum” “abese irca”, “olmayan ergi” yaparak hakkında konuşulabilecek bir rivayet hatta bir vaat gibiydi. Funanbulist, cambaz Petit kendi Sırat’ını dünyada defalarca kurdu. Elinde denge “balancing pole” -“denge çubuğu” kendi sıratından geçti, defalarca ve defalarca. Bana göre geçmekten daha öte yegane arzusu Petit’in, iki kule arasında gerilimiş muhtemel en ince ipin üzerinde kalmak, yaşamla-ölüm arasında keşfe çıkmak, bilmek-bilmemek, ben-ben olmayan, anlam-anlamsızlık arasındaki sessizlikte kendini dinlemekti. Terapide de böyle şeyler oluyordu. Her yaşam cambazı, kafasında düşünceleri, dilinde sözleri ve ait olduğu söylemin ağırlığını bir denge çubuğu gibi kullanarak gerçeklik ve vaat kulelerine gerilmiş, başkalarının temaslarından arındırılmış ince bir ipin üzerinde kendini dinliyor. Bunu defalarca yapıyordu. Sabah öğleye vardı. Artık kapatma vakti.

O benden ne istiyor?

Elbette konuşma işin görünen yüzü. Konuşa konuşa oluyor, bir yere varıyor bu terapi işleri. Uzunca bir süredir bundan çok eminiz. Biz terapistleri emin olmaya götüren çoğu zaman bu çok ilginç işleyişin klinik yanları ve insan hikayelerinin o tebessüm ettiren, umutlandıran gerçeklikleri. Mesela azıcık kendi terapi yaklaşımımdan birşeyler çıtlatayım okuyan gözlerinize. Analitik Psikoterapi, özne için nelerin şimdi ve burada olmadığını göstermekle meşgulken, bir yandan da öznenin nelere ve nerelere erişiminin olduğunu da ortaya koyar. Terapist tüm bunlar olurken karşısındaki koltukta öznenin konuşması, sessizliği ve eylemlerinin arasına sızan bilinçdışı tezahürleri ve arzuya dair olanı ilgi ve saygıyla izlemektedir.

Öznenin biricikliği ve öylece varoluşu saygıyı hak eder. Bu ilgi ve saygı, terapistin arzusunun terapiye güçlü bir şekilde dahil olmasına zemin hazırlar. Arzu, terapistin bizatihi isteklerinde yer bulmaz kendine; bilakis danışanın kafasında oluşan terapistin bir türlü, tam olarak kesfedilemeyen arzusudur. “Benden ya da benim için ne istiyor? sorusu seansları derinden kateder durur. Terapistin arzusu kadar hiç bir arzu iyileşmeyi, gelişmeyi davet edemez. Terapiyi esasen sevk ve idare eden de odur. Terapide danışana düşen terapiye devam etmek, kendi varlığına ve hikayesine kelimelerin emrediciliğine tamamen teslim olmadan serbestçe konuşan bir ağız ve sahneleyen bir beden olabilmektir.Analitik terapi, başka örneğine pek rastlanamayan, aktarımlarla dolu bir ilişki türü, içinde yeniden doğulan bir söylem, dünyevi gerçek bir çaba ve işbirliğidir. Katılmaya ve tecrübe etmeye ne dersiniz?

Rüyanın yorumu da rüya gibidir

Rüyayı görenin rüyasını yorumlama işi de rüya ya benzer. Bilinçdışı olarak başlayan süreç bilinçli anlam yaratmaya, rüyayı kendince bir yerlere koymaya doğru ilerler. İlişkiler de, rüya görmek ve daima gördüğün rüyayı yorumlama işi gibidir. Hayatın gerçekliği ilişkiyi salt bir rüya olmaktan beri tutar ısrarla. İlişkiyi sürdüren rüyada olmayı gözü açık sürdürebilmektir. Bitmeyen bir yorumlama işi olarak ilişki, kendi gizemini orada olmayan anlamın daima aranmasına borçlu gibidir. İlişkinin tarafları sürekli birbirlerine “bu rüyayı sürdürme yardımcı ol” derken, “seninle bir rüyada gibiyim” diyerek minnettarlığını çoğunlukla gizli, belirsiz bir şekilde, bazen de açık açık olarak dile getirirler.Rüyanın esas işlevlerinden birisi de uykuyu sürdürmektir. Bazen bunu başaramasa da yaşıyor oluşumuzu, medeniyetimizi uykuya ve dolayısıyla rüya görmeye borçlu olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. İlişkilerimiz bir tür uyku olan hayatımızın rüyaları gibidir. Hayatta kalmamıza, ona sımsıkı tutunmamıza, ihtiyaçlarımızın ötesine geçip, bilinçdışı arzularınızın peşine düşebilmemize, tarihin ve medeniyetin bir parçası olabilmemize yardım eder. Kadın erkek ya da başkaca ilişkilere dair her türlü acı veren habere rağmen güzel bir Cuma gününün sözü şu olsun: Birinin rüyası olmayı tecrübe edin. Bunu o birinden öğrenin. Birbirinizin rüyası olmaya devam edin. Rüyaları olan birisi olarak kendinize güvenin; nasıl bir rüya olunabilir keşfedin. İlişkinin, sizi, kendiliğinizi ve yaşamı koruduğunu hep hatırlayın. Bazen rüyanızı bir terapistle yorumlamak size iyi gelir; ilişkinize bir de bu yönden birlikte bakın….

Görsel: @andhikaramadhian