Hikayenin en başı itibariyle bebek ve çocuk için anne diğer insanlara benzemeyen, yegane varlıktır; insan anlayışına tercüme edersek yüce, insan ötesidir. Bu durum anneye dair olanı bir bakıma tekinsiz, gizemli, anlaşılamaz yapar. Anne şefkati de bundan payını alır ve öyle ya da böyle bu şefkat bir tekinsizlik içerir. Her çocuk yaş aldıkça, büyüdükçe bir başkasında anne dışı şefkati tecrübe ederek, dahası onu yeğleyerek bu tekinsizliği azaltır. Dünya ona bu fırsatı verir; beklenen de budur. Büyümek, dünya gerçekliğini tamamen anne üzerinden okumak değil, kendine ait, anne olmayan tarafla da okuyabilmektir. Şefkat, annelikte bir tarife, tanıma hatta ölçüye indirgenemez düzeyde insancadır. İndirgemek diyorum, zira geriye dönmek, geriye dönüş fantazmasını canlı tutmak “reductio ad unum”, “birliğe, bebek-anne tekliğine”, o şefkate sürekli müracaat etmekten başka bir şey değildir. Anne ile yola çıkar, anne olmayanla kendimiz oluruz. Herşey zamanında. Çocuklarımızı ve kendimizi anne olmayanın şefkatine doğru cesaretlendirmek kaygılarımıza iyi gelir.
Funanbulist, her türlü ip canbazlığını kapsamakla birlikte aynı zamanda mecazen karşıtlıkları bir söylemde, ortamda ya da beden de biraraya getirebilen bir yürüyüş, duruş sanatçısıdır. İnsanlık yüksek ip üzerinde bir canbazlık gösterisini de içerir. Galiba bundan kaçış yok. Bu gösteri ölümle yaşam arasında ince çizgide, ânın en yoğun haline, kalbin bir sonraki atımına kadar olan aralıktaki tüm bilinç hallerine açık olmaktır aynı zamanda. Sabah uyanınca ara sıra gider bir kitap açarım. Uyku mahmurluğunu kahveye kavuşturuncaya kadar karıştırırım sayfaları, kelimeleri tarar, cümlelere dokunur, satır aralarında gezerim. Bu sabah Wittgenstein rastgeldi; elim mi uzandı, ben mi yaptım emin değilim. Psikanalitik rüya çalışmasına getirdiği ilginç yorumları bir kez daha okuduktan sonra belki üzerinden geçip gittiğim ama hatırlamadığım şu satırlar dikkatimi çekti:”Dürüst dindar düşünür ip cambazına benzer. Neredeyse havada yürüyormuş gibi görünür. Dayandığı(ayağını bastığı şey, hayal edilebilecek en ince şeydir. Ve yine de onun üzerinde yürümek gerçekten mümkündür.”Sabah çağrışımların yerinde durur mu, durmaz tabi. “The Walk” ve “Man on Wire” filmlerine götürüverdi çağrışımlarım. Keyifle izlediğim ve soundtrack’lerini (film müzik albümü) de beğendiğim filmlerdi bunlar. Film, yaşamla ölüm arasındaki yüksek bilinç düzeyinde ölümün kestirilemezliği ve tekinsizliğiyle daima orada hazır bekleyen kaygıya yaşamak istikimatinde verilmiş cevaplar ve atılmış adımlarla bir düzen getirilebileceğini söylüyordu bana göre. Cambaz ya da sanatçı Petit böyle şeyler söylüyor, yaşıyor ve gösteriyordu. Filmi geçmişte işlemiş olmama rağmen yeniden yorumladım. Tıpkı hayatıma, hayatlarımıza yaptığımız gibi. Anlam kaçınılmaz olarak geriye doğru üretiliyordu değil mi?“High-wire walking” – “yükseklere gerilmiş ince ip-hat üzerinde yürüyüş” Wittgeinstein’ın satırlarıyla şu çınlamaya dönüştü kulaklarımda “kıldan ince kılıçtan keskin, kıldan ince kılıçtan keskin, kıldan ince…” Çocukluğumun imgesel evreni, satırlar ve filmlerle yeniden ele alınıyordu. “Kıldan ince, kılıçtan keskin”… Sırat iki kuleyi, hakikatten yalıtılmış iki kuleyi ayıran “hayal edilebilecek en ince şey olarak” karşımda duruyordu. Cambaz Petit de tam bunu yaşıyordu. İp üstünde iki kule arasında çok acayip bir sessizliğin ortasında yaşamaktan bahsediyor, performatif bir varoluş sergiliyordu. Sanatçının sanatında nasıl da devrimci olabildiğini bana göre gösteren eylemlerdendi bunlar. Petit artık bir devrimciydi gözümde. “Kıldan ince kılıçtan keskin”… Petit ve Wittgenstein iki kule arasında ince bir hat üzerinde buluşmuşlarıdı. İnsanca ve mümkün olan birşeyden bahsediyorlardı. Çoğu şey gibi iki kere yapılmalı, yaşanmalıydı; sırattan geçiş. Yaşamak, dünyalı olarak yaşamak yolda olmaktan başka neydi. Dünyada yaşamak bir gerçeklik kulesinden, bilinemeyene, lakin hakkında konuşulana doğru gerilmiş ince ipin üzerinde yürümek gibiydi. İki kere sırattan geçilmeliydi. İlkini konuşabiliriz, ilkini yaşayabiliriz. İkincisi ancak “reductio ad absurdum” “abese irca”, “olmayan ergi” yaparak hakkında konuşulabilecek bir rivayet hatta bir vaat gibiydi. Funanbulist, cambaz Petit kendi Sırat’ını dünyada defalarca kurdu. Elinde denge “balancing pole” -“denge çubuğu” kendi sıratından geçti, defalarca ve defalarca. Bana göre geçmekten daha öte yegane arzusu Petit’in, iki kule arasında gerilimiş muhtemel en ince ipin üzerinde kalmak, yaşamla-ölüm arasında keşfe çıkmak, bilmek-bilmemek, ben-ben olmayan, anlam-anlamsızlık arasındaki sessizlikte kendini dinlemekti. Terapide de böyle şeyler oluyordu. Her yaşam cambazı, kafasında düşünceleri, dilinde sözleri ve ait olduğu söylemin ağırlığını bir denge çubuğu gibi kullanarak gerçeklik ve vaat kulelerine gerilmiş, başkalarının temaslarından arındırılmış ince bir ipin üzerinde kendini dinliyor. Bunu defalarca yapıyordu. Sabah öğleye vardı. Artık kapatma vakti.
Elbette konuşma işin görünen yüzü. Konuşa konuşa oluyor, bir yere varıyor bu terapi işleri. Uzunca bir süredir bundan çok eminiz. Biz terapistleri emin olmaya götüren çoğu zaman bu çok ilginç işleyişin klinik yanları ve insan hikayelerinin o tebessüm ettiren, umutlandıran gerçeklikleri. Mesela azıcık kendi terapi yaklaşımımdan birşeyler çıtlatayım okuyan gözlerinize. Analitik Psikoterapi, özne için nelerin şimdi ve burada olmadığını göstermekle meşgulken, bir yandan da öznenin nelere ve nerelere erişiminin olduğunu da ortaya koyar. Terapist tüm bunlar olurken karşısındaki koltukta öznenin konuşması, sessizliği ve eylemlerinin arasına sızan bilinçdışı tezahürleri ve arzuya dair olanı ilgi ve saygıyla izlemektedir.
Öznenin biricikliği ve öylece varoluşu saygıyı hak eder. Bu ilgi ve saygı, terapistin arzusunun terapiye güçlü bir şekilde dahil olmasına zemin hazırlar. Arzu, terapistin bizatihi isteklerinde yer bulmaz kendine; bilakis danışanın kafasında oluşan terapistin bir türlü, tam olarak kesfedilemeyen arzusudur. “Benden ya da benim için ne istiyor? sorusu seansları derinden kateder durur. Terapistin arzusu kadar hiç bir arzu iyileşmeyi, gelişmeyi davet edemez. Terapiyi esasen sevk ve idare eden de odur. Terapide danışana düşen terapiye devam etmek, kendi varlığına ve hikayesine kelimelerin emrediciliğine tamamen teslim olmadan serbestçe konuşan bir ağız ve sahneleyen bir beden olabilmektir.Analitik terapi, başka örneğine pek rastlanamayan, aktarımlarla dolu bir ilişki türü, içinde yeniden doğulan bir söylem, dünyevi gerçek bir çaba ve işbirliğidir. Katılmaya ve tecrübe etmeye ne dersiniz?
Rüyayı görenin rüyasını yorumlama işi de rüya ya benzer. Bilinçdışı olarak başlayan süreç bilinçli anlam yaratmaya, rüyayı kendince bir yerlere koymaya doğru ilerler. İlişkiler de, rüya görmek ve daima gördüğün rüyayı yorumlama işi gibidir. Hayatın gerçekliği ilişkiyi salt bir rüya olmaktan beri tutar ısrarla. İlişkiyi sürdüren rüyada olmayı gözü açık sürdürebilmektir. Bitmeyen bir yorumlama işi olarak ilişki, kendi gizemini orada olmayan anlamın daima aranmasına borçlu gibidir. İlişkinin tarafları sürekli birbirlerine “bu rüyayı sürdürme yardımcı ol” derken, “seninle bir rüyada gibiyim” diyerek minnettarlığını çoğunlukla gizli, belirsiz bir şekilde, bazen de açık açık olarak dile getirirler.Rüyanın esas işlevlerinden birisi de uykuyu sürdürmektir. Bazen bunu başaramasa da yaşıyor oluşumuzu, medeniyetimizi uykuya ve dolayısıyla rüya görmeye borçlu olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. İlişkilerimiz bir tür uyku olan hayatımızın rüyaları gibidir. Hayatta kalmamıza, ona sımsıkı tutunmamıza, ihtiyaçlarımızın ötesine geçip, bilinçdışı arzularınızın peşine düşebilmemize, tarihin ve medeniyetin bir parçası olabilmemize yardım eder. Kadın erkek ya da başkaca ilişkilere dair her türlü acı veren habere rağmen güzel bir Cuma gününün sözü şu olsun: Birinin rüyası olmayı tecrübe edin. Bunu o birinden öğrenin. Birbirinizin rüyası olmaya devam edin. Rüyaları olan birisi olarak kendinize güvenin; nasıl bir rüya olunabilir keşfedin. İlişkinin, sizi, kendiliğinizi ve yaşamı koruduğunu hep hatırlayın. Bazen rüyanızı bir terapistle yorumlamak size iyi gelir; ilişkinize bir de bu yönden birlikte bakın….
“Güçlü taraflar zaten güçlü, sen zayıf taraflarını güçlendir, herşey güzel olur.” Formül buysa üzgünüm işe yaramıyor..!
Böyle bir soruya insanlar sıklıkla “sevdikleri” ya da “güçlü yanlarını” geliştirmeye devam etmekten daha çok “zayıf yanlarını”, “sevmedikleri ya da sevilmeyen özelliklerini”, “hatalı taraflarını” değiştirmek istediklerini söylüyorlar. Bunu yaparken “-güçlü yanlarım hep burada değişmeden sapasağlam kalacak…” ve “-ben zayıf yanlarımı geliştireyim de herşey güzel olsun…” gibi bir düşünce geliştiriyorlar. Yapılan gözlem ve değerlendirmelerde gerçekten kişiler bu zayıf taraflarını iyileştirmeye çaba harcıyorlar. Güçlü yanları da öylece “güçlü” kalmaya devam etmiyor maalesef. Yapılan bilimsel çalışmalar “zayıf yanlarımıza” odaklanıp, “gerçekci olmayan hedefler koyup” onları değiştirmeye çalışmanın hayal ettiğimiz, arzuladığımız gibi iyi sonuçlar doğurmayabileceğini, zaman kaybı yaşayıp mutsuz olabileceğimizi söylüyor. Çalışmalar “güçlü yanlarımıza” daha da odaklanıp, bizi ayakta tutan, başarıya ulaştıran, hayatımızı kazanmamıza yardımcı olan güçlü yanlarımıza yeniden odaklanıp, farklı açılardan bakarak onları hayatımızın başka taraflarında da sorunları çözmek, iyileşmek, daha iyisini yapabilmek için kullanmanın bizi daha başarılı ve “daha “mutlu” ve elbette “daha az depresif” yapabileceğeni söylüyor. Özetle, olumlu olana, güçlü taraflarına daha çok odaklan, bugün burada seni hayatta bir yerlere taşıyan, varlığını ayakta tutan, biricik özelliklerine sahip çık, onları geliştir ve başka alanlarda kullan. Kendine değer ver. Daha mutlu ve başarılı olduğunu göreceksin.
Hepimiz yaşadık ve öğrendik ki zorluklarla, zor insanlarla karşılaşmak hayatın doğal ve kaçınılmaz durumlarından bazıları. Ne kadar sinir bozucu, çıldırtıcı hatta bazen insanı korkutan karşılaşmalar olsa da zorluklar öyle ya da böyle bizleri geliştiriyor. Doğduğumuz ilk günden bu yana o anki yaşımıza ve bünyemize zor gelen şeyler hep vardı ve onlarla yüzleşerek, onlardan geçerek bu günlere geldik. Büyüdük ve geliştik. İnsan oluşumuzun, sosyal, kültürel ve tarihsel bir varlık oluşumuzu çokça bu zorluklarla karşılaşmamıza borçluyuz. Zorluklardan ve zor insanlardan şikayet edemeyecek miyiz deyişinizi, bir itiraz hakkımız yok mu? deyişinizi duyar gibiyim. Olmaz olur mu var elbet. Hem itirazımızı dile getirecek hem de durumlar ne kadar sinir bozucu, çıldırtıcı ve hatta bazen korkutucu olsa da onlarla nasıl baş edeceğimizi öğreneceğiz. Zorluklar ve zor insanların üstesinden gelmede bazılarını bildiğiniz ve bazen de farkında olarak ya da olmayarak uyguladığınız strateji ve taktikleriniz var. Gerçek şu ki, zorlu koşullarda hala soğuk kanlı olmak, aklı elden kaçırmamak ya da mantıksız biriyle mantıklı olmak bir hayli zor. Bununla birlikte, zorluklar ve zor insanlarla karşılaşmayı yönetebilmek veya yaşamayı başarabilmek için işe yarayabilecek kanıtlanmış taktikler vardır. Bunları var olan strateji veya taktiklerinize ekleyerek hayatınızı daha konforlu ve güvenli hale getirebilirsiniz.
İnsan olarak biyolojik ve zihinsel yapımıza ve davranışlarımıza dair bazı noktaları hatırlatmak istiyorum: İnsan toplumsal ve kültürel bir varlık olduğunu söylemiştim. Bu dünyaya adım attığımızda doğduğumuz dünyanın niceliği ve nasıllığına dair bir bilgiyle gelmiyoruz. İçine doğduğumuz yer ve zamanda diğer insanlar, hemen yakınımızdan, anne ve babamızdan başlayarak bizi insanlaştırıyor, kişilik ve kimliğimizin oluşmasına yardımcı oluyorlar. İnsanlığımız, kişiliğimiz ve elbette kimliğimiz ömür boyu sahip çıktığımız bir tür zihinsel kimlik elbiseleri gibidir. Çok evreli ev katmanlı bir biyolojik ve zihinsel yapımız var. Beynimiz bütün bu gelişim evrelerinin hem belirleyicilerden hem de etkilenen alanlarından bir tanesi. Bedensel varlığımızda her bedenli varlık nasılsa yaşamak ve hayatta kalmak için olması gerekenleri taşıyoruz. Biyolojik devamlılık için beslenme, üreme, savunma ve saldırı mekanizmalarımızın alt yapıları ve potansiyelleri hazır halde dünyaya deliyoruz. Gerisi bunların üzerine eklenen öğrenilmiş düşünme biçimi, tutum ve davranışlardan ibaret.
Zorlu koşullarda, hayatımıza karşı tehdit algıladığımız durumlarda düşünen, hayal kuran, keşfeden insanlığımız kadar tüm reflekslerimiz ve içgüdüsel davranışlarımızla da bu zorlu koşulların karşısında hazır bekliyoruz. Örneğin bizi aşırı zorlayan bir karşılaşmada veya bir sürtüşmenin başlangıcında düşünen, öğrenilmiş strateji ve taktiklerini uygulamaya hazır bir insandan yavaşça veya aniden biyolojik ilkel tepkiler veren, saldırganlaşan veya kaçmaya hazırlanan bir canlının davranışlarını sergiler hale gelebiliriz. Hepimizin aşina olduğu yerden, insanın ruh-beden veya zihin-akıl-beden birlikteliği ile insan olmasından bahsediyorum. Tıpkı Yunus Emrenin “Yunus öldü diye salâ verirler / Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez.” dizelerinde ifade ettiği gibi insanın da bir hayvani-biyolojik varlığı olduğunu hatırda tutmakta ve bu tarafın her zaman aktif bir şekilde devreye girebileceğini ve bütün duyumsamamızı etkileyebileceğini bilmekte fayda var.
Şimdi, zor durum ve insanların üstesinden gelme taktiklerimize geçebiliriz. Bu taktikleri aile, iş yeri, okul, ev veya diğer sosyal ortamlarda tanıdık veya tanımadık insanlarla ilişkilerinizde kullanabilirsiniz. İlişki demek aslında belirli bir yakınlık da demektir ve şunu hep hatırda tutmak uygun olur: Muhatabınızla olan yakınlığınız zorluğu yönetmek, üstesinden gelmek için nelerin işe yarayacağına dair daha size fazla bilgiye sahip olma imkanı da demektir ki bu önemli bir avantaj.
Bu ipuçları ilk başta size pek pratik gelmeyebilir. Bu tavsiyelerimin ana fikirlerinden hareketle hem kendi pratik yaklaşımınızı geliştirebilir hem de bunu işlevsel bir davranışa dönüştürebilirsiniz. Şimdi taktiklere ve tavsiyelere bir bakalım:
Dinleyin: Dinlemek, “mantıksız, garip, sıra dışı” insanlarla başa çıkmanın bir numaralı adımıdır. Herkes bir şekilde duyulmak ister. Her insan belirli düzeyde bir şey sahneleme eğilimindedir. Diğer kişi onu muhataba aldığınızı ve dinlediğinizi anlayana kadar ilerleme olmaz. Dinlerken, diğer kişinin ne söylediğine ve nasıl söylediğine odaklanın, bir sonraki adımda “ben ne söylemek istediğinize değil”
Sakin olun: Karşılaştığınız zor durum duyusal ve duygusal olarak sizi aşırı yükler ve o anın sıcaklığına, gerginliğine kolayca yakalanırsınız. Nefesinize odaklanarak sakince kendi nefes alış verişinizi hissedin, takip edin. Yavaş, derin nefesler almaya gayret edin. Nefes alma biçimimiz biyolojik olarak gerginliğimizi olumlu veya olumsuz etkiler.
Yargılayıcı olmayın: Karşınızdaki kişinin neler yaşadığını bilmiyor olabilirsiniz. Bir kişi mantıksız, garip, sıradışı davranıyorsa, muhtemelen bir çeşit savunmasızlık, kaygı veya korku hissediyor olabilir. Diğer kişiye karşı her insana, insanca gösterilebilen ölçülü, samimi ve saygılı bir tutumda olun. Bir kişi size nasıl davranırsa davransın, onu küçümsemek veya yüceltmek o anki durumu verimli bir şekilde çözmenize yardımcı olmaz. Ayaklarınız yere ve gerçeğe sağlam bassın.
Gizli ihtiyaca dikkat edin, onu arayın: Karşınızdaki kişi gerçekten ne kazanmaya çalışıyor? Şu an olanlar ona nasıl bir fayda sağlayacak. Hep hatırlayın ki, karşınızdakinin fayda beklentisi her zaman bilinçli olmaz; bilakis bilinçdışı bir fayda hedefi vardır. Bu nedenle uyanık olun. Sizin uyanıklığınız, karşınızdaki için de faydalı olur. Bu kişi bir şeyden mi kaçınmaya, korunmaya mı çalışıyor? Buna da dikkat edin. bazen insanlar sert ya da öfkeli olmalarına rağmen aslında korku içinde olup, güvenli bir alan arayışı içinde olabilirler.
Çevrenizde yardımcı olabilecek başkalarını arayın: Örneğin iş yerindeyseniz ve öfkeli bir müşteri varsa, bir iş arkadaşınıza bakının, yakınlarda olan bir arkadaşınızı davet edin. Görevinizi ona devredin veya bir ekip olarak olaya müdahele edin. Bazen topu yavaşça başkasına atmak aşırı gerginliğin önüne geçebilir.
Zaten uyumlu olandan uyumluluk istemeyin: Örneğin, üzgün olduğu için artık sessizleşmiş, sakinleşmiş birine daha fazla zorlamak, uyumluluk ve sessizlik istemek onu öfkelendirir ya da sisinle iletişimini iyiden iyiye bozar. Bunun yerine, o kişiye ne için üzüldüğünü, sessizleştiğini sorun, biraz hava almalarına müsade edin, yardım edin.
Tekrara düşmeyin, çözümün önünü açın: Sürekli “Anlıyorum” demek genellikle işleri daha da kötüleştirebilir. Bunun yerine, “sizi-seni daha iyi anlayabilmem için bana daha fazlasını anlat” diyebilirsiniz. Konuşmasına devam edebileceği makul sorular sorabilirsiniz.
Gülümsemenize, gülüşünüze dikkat edin: Karşınızdaki kişi kısa bir sürede onunla alay ettiğinizi düşünebilir. Mizah bazen insanı rahatlatır, hafifletebilir; ancak çoğu zaman risklidir ve geri tepebilir de. Bu nedenle gülümseme, mizah şeklini, dozunu olaya ve kişiye göre iyi ayarlayın.
Savunmacı davranışlarınıza uyanık olun: Birisi saldırıyorken veya siz öyle hissederken bu hiç de kolay olmayabilir. Ortam gerildikçe, suçlamaya maruz kaldıkça, kötü şeyler duydukça doğal olarak insanın savunmaları kabarır. Karşınızdaki kişi duygusal olarak sarsılmış, otomatik, olayla ölçülü olmayan şekilde öfkelenmiş ise sizin savunmanız bir işe yaramayacak, iletişimsizliği körükleyecek. Olan bitenler ya sizinle ilgili değil ya da kısmen sizinle ilgili. Aşırı şahsileştirme yapmamaya gayret edin. Birçok tutum ve davranışın kökeni sizinle bağlantısı olmayabileceğini hep hatırlayın.
Öfkeye öfkeyle karşılık vermeyin: İlk bilmeniz gereken şeyler, öfke çoğunlukla çaresizlikten köken alır ve öfkelenme bir tür çaresizlik itirafı ve çare arayışı gibidir. Öfke ortaya çıkmış ve yükseliyorsa akıl, ahlak, kural, yasa terazisi gittikçe azalıyor demektir. Aklın, düşüncenin işletilemez olduğu yerde insanilik de azalır, hayvani ve yaşamsal savunma mekanizmalarınız devreye girer. Her şey “saldır, saklan ya da kaç” düzeyine indirgenir. Sesinizi yükseltmek, parmağınızı işaret etmek veya diğer kişiye saygısız ya da tehditkar bir şekilde konuşmak yangını körüklemek anlamına gelecektir. Orta ya da düşük şiddette, kararlı ve sakin, hatta tek tonlu bir ses tonuyla konuşun. Kişi üzerinde, konuşmaya çalışmayın, genel bir dil kullanın; ara ara “ben dili”ni kullanmaya çalışın. Karşınızdakinin nefes alışverişini izleyin. Öfke artarken, dışa vurulurken nefes tutulur. Nefes alıp vermek öfkeyi yatıştırır. Karşınızdakinin nefesinin rahatlayışını bekleyin ve konuşun.
Karşınızdaki kişiyi ikna etmeye çalışmayın, ısrarcı olmayın: Fikir ve düşünceler her insanın herhangi nesnel bir malından hatta en kıymetli varlıklarından biridir. İnsan fikrine tutuna ve kendisini oyle tarif etmiş, etmeye devam eden bir varlıktır. Onu ikna etmeye çalışmak, onun öne sürdüğü düşünceleri çürütmeye çalışmak karşınızdaki tarafından kişisel alanına müdahale, bazen kimliğine bir saldırı olarak hissedilebilir.
Karşınızdaki kişiyle aranızda fiziksel mesafe olarak yeterli boşluk bırakın: Kişiler arası mesafe daraldıkça insanın tehdit algısı artar. İçinizden karşınızdakine temas etmek, sırtını sıvazlamak, elini tutmak veya başını okşamak isteyebilirsiniz. Ya da bunun doğru bir hareket olduğunu düşünebilirsiniz. Bu konuda dikkatli ve aceleci olmamak gerekir. Dokunmak veya dokunmamak konusunu, bu konuda alışkanlıklarınızı, muhatabınızın örf, adet, kültürünü, yaşını ve cinsiyetini dikkate alınız. Ayrıca garip, anlamsız davranışları var ise psikiyatrik bir bozukluğu olabileceğini hep akılda tutunuz.
Otomatiklikten kurtulun: Otomatik “özür dilemek”, sorunu yersiz üstlenmek, “hemen çözeceğim” demek birçok zor durumun yönetilmesini, tarafların sorumluluklarını üstlenip soruna daha isabetli bir çözüm üretmelerini engeller ya da geciktirebilir. Sorumluluğunuz varsa yerinde ve zamanında bunu üstlenmek, özür dilenmesi gereken yerde özür dilemek çözüme güçlü bir katkı sağlar. Bazen bir kelime ya da cümle eksik konuşmak bazen de bir kelime ya da cümle fazla konuşmak olumlu veya olumsuz gelişmelere neden olur. Bu nedenle otomatik, ezberlenmiş düşünce kalıplarınızı gözden geçirmek, davranışlarınıza karşı uyanık olmak size her zaman iyi gelir.
Muhatabınızla aranıza bir sınır koymaya ve ilişki çerçevenizi belirlemeye gayret edin: İnsan ilişkileri fark edilsin ya da edilmesin maddi ve soyut sınırlarla belirlenir. İnsani varlık sınırlarına sahip olamamak sizi daha kaygılı ve savunmacı yapar. Karşınızdakinin sınırlar ve çerçeve kurmakta zorluk çektiğini ya da bunların düzensiz olduğunu farkettiğinizde sizin bizzat sınır ve çerçeveniz daha kritik düzeyde önemli hale gelir. Gerektiğinde muhatabınıza sırılarınızı hatırlatmak, “benimle böyle konuşmayın” ya da “benimle şu şekilde konuşursan ya da davranırsan işler daha yoluna girer, sen de sonuç alırsın, anlaşabiliriz” demek gerekebilir. Her zaman aklınızda olması gereken şey şudur: Muhatabınıza, bu bir çocuk da olabilir, ona bir sınır koyarken ya da “hayır” derken, beraberinde bir yol da önermeyi ihmal etmeyin. Sadece “hayır” demek, bir yolu kapatmak ilişkideki basıncı aşırı artırır.
İçgüdülerinize de güvenin. Tehlike çok büyüdüğünde, aşırı uyarıldığınızda beden tepkilerinize dikkat edin. Nabzınız, vücut sıcaklığınız artacak, karnınızdan göğüs kafesinize doğru anormal hisler ortaya çıkıyorsa, artık düşünemez hale geliyorsanız. panik yaklaşıyorsa bulunduğunuz ortamdan hızla ayrılmaya hazır olun. İçgüdüleriniz dinleyin. Bazen yönetilemez olan yönetilemez olandır. Kaçmak, kendinizi savunmanız ya da fiziksel müdahalede bulunmanız gerekiyorsa bunu hemen yapın.
Paylaşın ve rahatlayın: Başınızdan geçenleri mahremiyetinizin, güveninizin olduğu birileriyle paylaşın. Gerektiğinde onların düşünce ve fikirlerini de alın. Zor durum ve insanlarla karşılaşmış, mücadele etmiş olmanın gerginliğini üzerinizden gecikmeden atın. Açık hava yürüyüşü, koşu, spor yapın, yüzün. Müzik dinleyin, dans edin. Duygularınıza yapışıp kalmayın. Kendiniz için en iyi deşarj yollarını keşfedin ve uygulayın.