Ya Sonra?

İnsanlarda tek güzel kanun,

suyu ışık yapmaları,

düşü gerçek yapmaları,

düşmanı kardeş yapmalarıdır.   

Paul Eulard

Küresel COVID-19 salgını farklılık gözetmeksizin hayatımızı güçlü şekilde etkilemeye devam ediyor. Yeni vaka sayıları ve ölümler artıyor. Medyadan yansıdığı kadarıyla virüslerin, insanların sözlü ve davranışsal dışavurumlarında pek dostça bir yere sahip olmadığı anlaşılıyor. Uzmanların, hükümet yetkililerinin ifadelerinde virüslerden “düşman” olarak bahsediliyor; ülke ve küresel boyuttaki eylemler “savaş jargonu” içinde dillendiriliyor. Virüsler gerçekten bizim düşmanımız mıdır? Bana göre onlar düşmanımız değil, bilakis bedenli varlıklar olarak biz insanların da ait olduğu tabiatın, yerküre “gerçek” inin “masum” birer parçasıdır. Ayrıca diğer canlılar gibi türümüzün genetik zenginliğini bugünlere taşıyabilmemizin yegane “destekleyici”leridir. Ne ilginçtir ki virüsler, dünyanın türleri ve insalık tarihi için bu kadar önemliyken, hayatı, ölümü, insanlığı, varoluşu sorgulayamayan varlıklardır. Düşüncesi, aklı, ahlakı, günahı, sevabı, iyiliği, kötülüğü yoktur onların. Virüsler, kısacık ömründe daima virüslüğünü yapar, bizler gibi düşünüp, seçimler yapamaz. “Şu insanları hasta edeyim” diye bir düşüncesi, hatta bir güdülenmesi, “yaşlı, hasta sevicilik” gibi tutukuları yoktur. “Neyse o” denmeye belki de en layık, saf bir yaşam formudur sadece; ihtiyacının ötesine meyledip, “daha fazlasını” talep etmez. Onu “düşmanlaştıran”, “tekinsiz” yapan bizleriz. Onu kendi akıl oyunlarımızın bir parçası haline getiren, şaşkınlıklarımızın, başarısızlığa uğrayan sosyo-ekonomik, siyasal, ekolojik düzen ya da düzensizliklerimizin, ihtiraslarımızın günahkarı yapan da yine biziz. Dolayısıyla virüslerle savaşmak yerine esasen kendimizle, “daha fazlasını” talep etmekten başı dönmüş taraflarımızla mücadele etmeyi kafamıza koymalıyız. Salgının yarattığı krizi yönetmek, kurallara uymak, işbirliği yapmak için elimizden geleni yapmalıyız.

Antik çağın çiçek salgınlarından orta çağın veba salgınlarına ve son yirmi yılın SARS, MERS, EBOLA, kuş ve domuz griplerine kadar yüzlerce yıllık salgınlara bağlı krizleri yönetmeye çalışırken çok şey öğrendik. Öte yandan tıpkı geçmişte olduğu gibi günümüzde de yükselme eğiliminde olan esas sorunu krizleri yönetirken yine atlamaya, ıskalamaya eğilimli olduğumuzu görüyorum. Krize müdahelede ustalaşıyoruz; peki salgına ya da başka nedenlere bağlı krizler çıkmasın diye neler yapıyoruz sorusuna cevaplarımız eksik veya yetersiz; sorun bu zannediyorum. İşte bu noktada halen emekleme noktasındayız. Krize götüren söylemi, düzenekleri desteklemekte, krizler çıkartmakta ve krizlerden beslenmekte üstümüze yok. Sosyal, siyasi, iktisadi düzenlerimiz daha çok, kriz yaratmaya eğilimli görünüyor. O zaman bu kriz-kriz çözme döngüsü bazı grupların işe yarıyor ve destekleniyor, besleniyor olmasın? Cevabınızı duyuyorum; evet değil mi? Biliyoruz ki entropik olarak her şey dağılmaya, yeni formlara ve yapılara dönüşmeye eğilimlidir. Bu durumda krizsiz bir hayat sadece hayal olabilir. O zaman krizden beslenmek, her krizi uygun bir vasata dönüştürmek, önemli değişimlerin, fırsatların kuluçka düzeneği olarak kullanabilmek hassas bir konu haline hale geliyor. Bu durumda hangi yöne bakacağız? Örneğin bireysel, toplumsal, küresel krizleri, sonuçları acı dahi olsa, yoksulluk, kan, göz yaşı, göçler, ekolojik, kültürel felaketlere yol açsa da iktidarları, baskın söylemi sürdürmenin bir aracı olarak kullanma eğiliminde mi olacağız; hatta bu yönde krize gidişi destekleyecek miyiz? Yoksa yapıcı, yaşatmaya, refaha, tüm yaşam formlarının varlık hakkına saygılı bir söyleme ve düzene geçiş için krizlerden ilham mı alacağız; uzun ve derin uykularımızdan uyanacak mıyız? Önerim şu: Virüslerin birer düşman, yaptıklarımızın da birer savaş numarası olduğunu söylemeyi bırakalım. “Neyse o” olan bu varlıklar, nasıl davranıyorsa, nasıl bulaşıyor, hasta ediyorsa bunları öğrenelim; salgına sınır getirmek, hastalıktan korunmak, tedavi için ne yapılması, nasıl hareket edilemesi gerekiyorsa tam da bunları yapalım. Ne hafife alalım ne de bilgiye dayalı, akılcı tedbirlerin dışında abartıya kaçıp yıkıcı tavır ve ayrımcı davranışlardan uzak duralım. Uzmanlar neler yapılması nasıl davranılması gerektiğini dünya genelinde anlatıyor; bilgiye erişimde sıkıntı yok. Kafamızı daha başka şeylere yoralım. Önlemlere uymayı tartışmak yerine, yüksek düzeyde bireysel ve içtimai uyumu bir an önce yakalayıp “ya sonra” sorusunu sormaya hazır olalım. “Ya sonra”, yani bu krizle kendimiz, ailemiz, yakın çevremiz ve toplumumuz hakkında neleri farkettik ve öğrendik? Bu kriz bizi hangi yöne doğru değiştiriyor, kafamızda yeni düşünceler ve kabuller oluşuyor mu? Dini inançlar, ideolojiler, bilim, teknoloji hakkında düşünce ve kabullerimiz bu süreçten nasıl etkileniyor? Yoksa inandığınız bazı şeyler sarsılıyor ya da bilimden, bilim insanlarından şüphe mi ediyoruz? İlişkilerinize ne oldu neler oluyor? Eşiniz, ailenizin bireyleri ile uzun zamandır bu uzunlukta ve yoğunlukta zaman geçirmediniz. Salgın tedbirlerinin yol açtığı bu kapanma ilişkilerinizde nelere yol açıyor? “Ya sonra?” sorusu muhakkak karşılaşacaksınız.

Tamam; türümüzün devamlılığı tehlike altında değil, merak etmeyin. Ancak tıpkı diğer krizler gibi bu virüs salgınının yarattığı kriz “ya sonra”nın nasıl şekilleneceğini bize söyleyebilir; bu ise türümüzün insanlığı için fevkalade önemli. Krizler mecazi körlüğü artırabildiği gibi ilham verip; farkındalıkları artırabilir de. İyi düşünün en yakınınızdakinden en uzaktakine kadar ilişki ağınıza, insanlara yeniden bakın. Eski düşünce örgünüz, kafa yapınızda bu salgın yeni çatlaklar açmış, görme, algılama biçiminizde yetmezlikler oluşturmuş olabilir. Bu yırtık, çatlak içinde olduğunuz, sizi etkilemekte olan anlama-bilme söylemi tarafından hızla yamanacak ya da size yeni bir düşünce örtüsü takdim edilecek. Elinizi çabuk tutun; sizdeki her çatlak, düzendeki çatlak anlamına gelir. Kendinize, düşünce, eylem ve amellerinize tekrar tekrar bakın. Tembellik etmeyin. Hepimiz bir düzenin bir söylemin insanlarıyız. Salgınlar düzen çatlatanlardır. Bizi hakikatimize doğru savuran ve düştüğümüz yerden yeniden şimdide kalkmamıza, ama başka birisi ve birileri olarak kalkmamıza fırsat veren süreçlerdir. Salgın krizini fırsata çevirin; bu kez yerküre, tabiat, canlı cansız, insan, insan olmayan her ne varsa onların lehine, savaş değil barışın lehine, yıkıcılığın değil, yapıcılığın, ölümün değil yaşamın lehine fırsata çevirin.

Güzel günlere hep birlikte erişmek dileğiyle 

3 Nisan 2020

Dr. Cengiz Doğan

Ötekinden Berikine

Resim: Hilma Af Klint

Hayatımızın çok erken dönemlerinde Öteki ile karşılaşmanız kendinizi farketmenize ve dolayısıyla yeni bir çepere daha sahip olmanıza yol açtı. Kendinize özgü tutarlı bir dünya kurabilmenizin yolunu önce temas noktasındaki bu çeperin, sınırların ortaya çıkışında ve sonra bir kesişim alanında ötekilerle kendinizce bağlantı kurabildiginiz somut ve soyut özellikleriyle nesneler, kavramlar yaratabilmenizde ve nihayetinde onları gönlünüzce kullanabilmenizde buldunuz. Buna neden ihtiyaç duydunuz ve duyuyor olabilirsiniz? Arzulamaya devam edebilmek için elbet. Bir destinasyon, bir yol arkadaşı, kırmızı bir araba ile uzun bir seyahate çıkarken aynı zamanda bilinçdışınızda her nereye ve neye bağlanıyorsanız bu yolculukla. Bazen analistinizin veya terapistinizin durduğu yer burasıdır işte, bu hayatı kendinizce yaşamayı arzulamanıza neden olan o varlığın durduğu yer.

Farktan Aşka

Resim: Rene Magritte

Birbirimizi benzeşimler ve farklar vasıtasıyla anlamaya çalışırız. Çoğunlukla bilinçdışı ve kısmen de bilinçli düşünceyle yürüttüğümüz bu tarama, arama, anlama eylemi canlı varlıkları, olguları, olayları tıpkı bir fotoğraf veya bir kayıt gibi dondurarak, durağanlaştırarak yaparız. Dolayısıyla insanlar, olgular ve olaylar kendi oluşları ve aktüellikleriyle tam olarak anlaşılamaz. Bir çeşit temsile doğru indirgemedir bu. Başka bir ifadeyle farkılıkları ancak benzerlikleri veya özdeşlikleri gördüğümüzde anlayabiliriz. Bir erkeği, bir kadını bir diğerinden ayıran fark çoğu zaman temsili, imgesel bir farktan öteye gidemez. Biricik olanı, özneye dair olanı tıpkı bir nabız atışı gibi ancak olup gitmekte olanı izleyerek ve dinleyerek ve elbette onu incelikle yaşayarak farkedebiliriz. Bu tür temsili, şekli farkın tuzağından kurtulduğumuz ve o kadını veya o erkeği de kabaca bir kadınlar veya erkekler kümesine veya düpedüz bir nesne konumuna ittirilmekten kurtardığımız yegane anlar bu anlardır. Oluşun içine sirayet edebilmek, tıpkı güçlü, sakin ve derinden akan bir nehre dalmak gibi karşındakinin bilinçdışına sirayet ettikçe veya elbette sana sirayet edildikçe aşkın tezahür ettiği yere yaklaşıldı demektir. Seni kendi yalnızlığından başka bir tecrübeye taşıyabilecek olan aşk bu AŞK’tır.

YANILSAMADAN YARATICILIĞA

Keşfi Dirence Tercih Etmek

Her birimizin az ya da çok, öyle ya da böyle “yaratıcılık benim karakterimdir” deme hakkımız var; ya da biz buna yeltenmesek de başkaları bizi fevkalade yaratıcı bulabilir. Yaratıcılık kimsenin tekelinde olmayan ancak her birimizde başka başka tezahür edebilen bir varoluş izi ve nabız atışıdır. Yaratacılıktan bahsettiğimizde kaçınılmaz olarak insanın iç dünyası, dışarıdaki gerçeklik ve elbette bir özne olarak ne tür bir konumdan dış gerçekliği duyumsadığını ve yaşantıladığınıele almamız gerekiyor. Dolayısıyla yaratıcılık aynı zamanda insanın öznelliğinden, onların hikayelerinden bağımsız olarak düşünülemez. Yaratıcılığın izleri bir insanın otobiyografisi ve onun fiziksel gerçeğinin içerisine kristalize olup yerleşmiş ilişkilerin, düşüncelerin, fantazmların, imgelerin, rüyaların, inançların ve dilin anbean tezahürlerinde takip edilebilir. Yaratıcılık insan rusallığı bakımından Freud ve psikanalizle ile birlikte düşüncelerin ve beraberindeki eylemselliğin bir tür yüceltilme stratejisi olarak ele alınmış olsa da eski çağlardan bu yana yaratıcılık ve onun tezahürleri çoğunlukla yüceltilmeye tabi tutulmuşlardı. Psikanaliz her şeyin yolunda gittiği bir yaşantıda yaratıcılığı pek mümkün görmez. Ona göre insanlaşmanın ve insan kalabilmenin, medeniyetleri teşekkül ettirmenin yolu yaratıcılıktan geçiyor. İster bebeğin oyununda, dünyayı keşfinde, içerisi ve dışarısı arasında bir avuntu çeperini kurabilmesi ve yanlızlığa tahammül edebilmesinde, büyüyüp gelişmesinde, ister insanın tüm evrelerinde zorluklarla başedebilmelerinde, adaptasyonlarında ya da bir sanatçının, tasarımcının eserlerinde, yazarın metinlerinde, bilim adamının buluşlarında hep bir tatmin arayışını, kaygıdan, acıdan kaçışı, semptomun tezhürünü, yani yaratıcı bir yaşantının, bir çeşit mecburiyetin izlerini bulabiliriz. O halde zaten yaratarak yaşamaktan başka yolu olmayan varlıklarsak hangi cephesiyle yaratıcılık bizi bu kadar meşgul ediyor, neden ona ihtiyaç duyuyor, talep ediyoruz ya da ilginç bir şekilde kayıtsız kalıyoruz? Belki yaratıclığa başka bir yerden daha yaratıcılık peşinde bir konumdan bakmanın vakti gelmiştir. Semptomumuzu, tuhaflığımızı sevmeye, onunla ilişkilerimizi düzenlemeye, başka semptomlarla takas etmeye hazır mıyız? Ya da tekinsizliğin merkezine, kendi gerçeğimize yaklaşmayı nasıl göze alacağız? Daha yaratıcı bir yaşam mümkün mü? Bu dünyaya yeni kavramlar ve eserler sunmaya götüren arzumuz ne kadar canlı?

TROMPETİN DUASI


“Güne Dua” adlı Segah Peşrev’i dinlemeseydim bu yazıyı yazamayacaktım muhtemelen. İlahi Merve Dikerman, nasıl da yazdırdın beni!
Bir dönem avrupa felsefesinde sanat, edebiyat ve bunların eleştirisi ve etik üzerine yazıları karıştırırken ve tam da Levinas, Heiddeger ve Sartre’ nin düşüncelerinin dönüp duruduğu ateşli bir tartışmanın içine sürüklenirken bir yandan da kulağıma bir müzik istedim; şöyle sakince aksın, caz tadında, ama memleketli de olsun derken güzel eserlere rastladım. Trompet’in Ney’e özenerek “madem benim de içimden nefes geçiyor”deyip Ney’liğe soyunarak onun gibi bir duayı nefeslendirmesi bir hayli ilgimi çekti. Can kulağıyla dinledim; trompetten alışılmadık nağmelerin dökülmesi çağrışımlarımı canlandırdı. Trompeti bir gündüz vakti Üçler Mezarlığı tarafında durup Mevlana trübesine bakarken hayal ettim. İçinden şöyle geçtiğini dillendirdim: Bir Ney bu dünyada yanmayı arzulayabilir, talep edebilir de bir trompet bunu yapamaz mıydı? Trompetin en az ney kadar yanmayı arzulayabileceğini duydum, şahit oldum bu eserle. Bunu istemesine de hak verdim. Ancak bu dünyada mecazen yanarak, bir nevi ölümü göze alarak kendisine Ney, Trompet diyen şu dünyevi olandan, toplumsalın dilin, kültürün pazarlık edilemez tanımlarından kurtulunabilirdi. Trompet’te tıpkı Ney gibi ancak kendisini üfleyen insanın nefesiyle bu çetin yolculuğa çıkmayı göze alabilirdi. Kendi Gerçek’ine giden bu ölümcül yolculuğun tıpkı kamışlığa bir dönme arzusu gibi pirinçliğe geri dönmek olmadığını bilerek. Burada Levinas’a kulak vererek kültürlerarası fevkalade ilginç yolculuğuma devam ettim. Levinas” bir eserin tamamlanmasına bir manada sanat veya edebiyat eserinin serbest kalmasını sağlayan eklenecek veya çıkartılacak tek bir harf, fırça darbesi ya da nota kalmadığı ana, yani sayesinde o sanat veya edebiyat eserinin artık kemale erişine gereken önemin verilmediğini belirtir ve şöyle devam eder:”…bir eser, eğer bu biçimsel tamamlanma yapısına sahip değilse, en azından bu yolla özgürleşmemişse sanat değildir.” 
Sanat eseri, tamamlanma anında, ampirik olandan serbestleşerek özgürleşen ideal bir varlık haline gelerek dünyevi şeylerin akışına dışsal olan ama sonsuz olmayan bir kaderi yaşamaya başlar. Bu varoluş, zamanın berisinde devinen ve bu devinimin “boşluklarında” tıpkı bir metnin satır ve kelime aralarında, müziğin “es”lerinde ya da resmin boşluklarında, ışıksız renksiz alanlarında olup biten bir hareketle zamanın kesintiye uğratılmasıyla başlar.” Sanat eseri ideal bir varlık olarak ortaya çıktığında zamanın ötesine geçmiş olmaz; o, zamanın berisindeki bir hareketle zamanı imgede, harfte veya ses de durdurmuştur. Bu durudurma ya da askıya alma kesinlikle dünyanın nesnel tezahürünün konumuna göre bir indirgeme değildir öte yandan.
İster teorik, ister pratik düzlemde olsun, kavramlar nesneye onu kavramak için yönelir. Halbuki sanatın temel yönelimi, nesneyi kavramak değil, onun yerine onun temsilini, vekilini geçirmektir. Dilde bunu gösterenlere vekalet verme olarak görürüz; harf, kelimenin fonetik ya da kaligrafik formunun sabit olduğu ancak anlamın sınırsızca yer değiştirdiği bir vekalet işlemidir bu. İmgenin, nesnenin yerini alması, şeylerle kurulan yaşamsal ilişkide bulunan ilksel kavrayışın askıya alınması, nötrleştirilmesidir. 
Ney’e özenen Trompet’e gelirsek, Trompet kendisini üfleyenle birlikte bir sanat eserinin ortaya çıkışına eşlik ederek üflenen, üfleyen ve tezahür eden eserle birlikte daimi olarak yanmayı arzulamakta ve buna dua etmektedir. Bu eser tamlığa erişinceye kadar icra edilmeye devam edecektir. Varlıkta hep bir ölüm ve kalım anının her anın yaşanmasıdır bu devamlılık. Trompet’in anlık sessizliğinde, üfleyenin nefes alışında, üfleyenin kalbinin her atış sonrası duruşunda ve eserin, duanın boşluklarında ölüme en yakın ana gelmektedir. Sonra tekrar Eros’a, yaşama dair olanla sesle, nefesle buluşmaktadır. Trompet ve ona üfleyen bir sanat eserinde kendi yangınlarından her seferinden yeniden doğmakta ve an’da ömrün ve ömürde sonsuzluğun ne olduğuna ve nasıl tecrübe edilebileceğine dair bir anlamayı ve bir oluşu hayal etmektedir. Trompet trompetliğinde ve üfleyen insanlığında kalarak ancak bir sanat eserinde, insanın, insana ve insanın trompete, hasılı hep birlikte dünyaya mecburiyelerini bilerek dua edebilirler dersek yeridir. Neydi duaları: can tenden çıkmadan beni sen yak ya Rab!” O halde ne umabiliriz?