Funanbulist, her türlü ip canbazlığını kapsamakla birlikte aynı zamanda mecazen karşıtlıkları bir söylemde, ortamda ya da beden de biraraya getirebilen bir yürüyüş, duruş sanatçısıdır. İnsanlık yüksek ip üzerinde bir canbazlık gösterisini de içerir. Galiba bundan kaçış yok. Bu gösteri ölümle yaşam arasında ince çizgide, ânın en yoğun haline, kalbin bir sonraki atımına kadar olan aralıktaki tüm bilinç hallerine açık olmaktır aynı zamanda. Sabah uyanınca ara sıra gider bir kitap açarım. Uyku mahmurluğunu kahveye kavuşturuncaya kadar karıştırırım sayfaları, kelimeleri tarar, cümlelere dokunur, satır aralarında gezerim. Bu sabah Wittgenstein rastgeldi; elim mi uzandı, ben mi yaptım emin değilim. Psikanalitik rüya çalışmasına getirdiği ilginç yorumları bir kez daha okuduktan sonra belki üzerinden geçip gittiğim ama hatırlamadığım şu satırlar dikkatimi çekti:”Dürüst dindar düşünür ip cambazına benzer. Neredeyse havada yürüyormuş gibi görünür. Dayandığı(ayağını bastığı şey, hayal edilebilecek en ince şeydir. Ve yine de onun üzerinde yürümek gerçekten mümkündür.”Sabah çağrışımların yerinde durur mu, durmaz tabi. “The Walk” ve “Man on Wire” filmlerine götürüverdi çağrışımlarım. Keyifle izlediğim ve soundtrack’lerini (film müzik albümü) de beğendiğim filmlerdi bunlar. Film, yaşamla ölüm arasındaki yüksek bilinç düzeyinde ölümün kestirilemezliği ve tekinsizliğiyle daima orada hazır bekleyen kaygıya yaşamak istikimatinde verilmiş cevaplar ve atılmış adımlarla bir düzen getirilebileceğini söylüyordu bana göre. Cambaz ya da sanatçı Petit böyle şeyler söylüyor, yaşıyor ve gösteriyordu. Filmi geçmişte işlemiş olmama rağmen yeniden yorumladım. Tıpkı hayatıma, hayatlarımıza yaptığımız gibi. Anlam kaçınılmaz olarak geriye doğru üretiliyordu değil mi?“High-wire walking” – “yükseklere gerilmiş ince ip-hat üzerinde yürüyüş” Wittgeinstein’ın satırlarıyla şu çınlamaya dönüştü kulaklarımda “kıldan ince kılıçtan keskin, kıldan ince kılıçtan keskin, kıldan ince…” Çocukluğumun imgesel evreni, satırlar ve filmlerle yeniden ele alınıyordu. “Kıldan ince, kılıçtan keskin”… Sırat iki kuleyi, hakikatten yalıtılmış iki kuleyi ayıran “hayal edilebilecek en ince şey olarak” karşımda duruyordu. Cambaz Petit de tam bunu yaşıyordu. İp üstünde iki kule arasında çok acayip bir sessizliğin ortasında yaşamaktan bahsediyor, performatif bir varoluş sergiliyordu. Sanatçının sanatında nasıl da devrimci olabildiğini bana göre gösteren eylemlerdendi bunlar. Petit artık bir devrimciydi gözümde. “Kıldan ince kılıçtan keskin”… Petit ve Wittgenstein iki kule arasında ince bir hat üzerinde buluşmuşlarıdı. İnsanca ve mümkün olan birşeyden bahsediyorlardı. Çoğu şey gibi iki kere yapılmalı, yaşanmalıydı; sırattan geçiş. Yaşamak, dünyalı olarak yaşamak yolda olmaktan başka neydi. Dünyada yaşamak bir gerçeklik kulesinden, bilinemeyene, lakin hakkında konuşulana doğru gerilmiş ince ipin üzerinde yürümek gibiydi. İki kere sırattan geçilmeliydi. İlkini konuşabiliriz, ilkini yaşayabiliriz. İkincisi ancak “reductio ad absurdum” “abese irca”, “olmayan ergi” yaparak hakkında konuşulabilecek bir rivayet hatta bir vaat gibiydi. Funanbulist, cambaz Petit kendi Sırat’ını dünyada defalarca kurdu. Elinde denge “balancing pole” -“denge çubuğu” kendi sıratından geçti, defalarca ve defalarca. Bana göre geçmekten daha öte yegane arzusu Petit’in, iki kule arasında gerilimiş muhtemel en ince ipin üzerinde kalmak, yaşamla-ölüm arasında keşfe çıkmak, bilmek-bilmemek, ben-ben olmayan, anlam-anlamsızlık arasındaki sessizlikte kendini dinlemekti. Terapide de böyle şeyler oluyordu. Her yaşam cambazı, kafasında düşünceleri, dilinde sözleri ve ait olduğu söylemin ağırlığını bir denge çubuğu gibi kullanarak gerçeklik ve vaat kulelerine gerilmiş, başkalarının temaslarından arındırılmış ince bir ipin üzerinde kendini dinliyor. Bunu defalarca yapıyordu. Sabah öğleye vardı. Artık kapatma vakti.