Çok acayip vaatler, paylaşılmış delilikler

Delilikle delirmenin aynı şey olmadığını söyleyerek bugün karşılaştığım ve kısmen beni şaşırtan bir olaydan bahsetmek istiyorum. Önce burada yazdıklarımı herkes ve her durum için genellemediğimi, istisnaların olduğunu belirterek kısa bir giriş yapmalıyım; zira konu ortada dönen bir delilik ile ilgili. Delilik bazı psikanaliz kuramcıları açıdan yapısaldır, sonradan sonraya gelişmez. Sonradan olan deliliğin aşikar hale gelmesi, farkına varılmasıdır. Özel, sıra dışı durumlar olsa da genellikle alışıldık, değişkenliği aşağı yukarı kestirilebilir, insanları tanıdık, güvenli yaşam çevresinden uzaklaşıldığı durumlarda, evlilik, babalık, annelik gibi ailevi, politik, iş hayatında olduğu gibi sosyal rol tanımlarındaki, kimlik dinamiklerindeki değişiklikler de ya da travmatik yaşam olaylarıyla karşılaşma durumlarında ortaya çıkan düşünce ve davranışlardaki garipliklerle deliliğin farkına varılabilir. Delilik bir varolma biçimi olarak varoluşunu tarihsel ve uzlaşımsal bir otoriteye tescil ettirmekten imtina etmenin bir sonucu olarak gelişmiş ruhsal bir yapıdır. Ben delileri bazen şöyle duyarım: “Varım lakin varolduğumun farkına herkes gibi varamıyorum, varlığımın devamlılığı benim dışımda bir yapı, otorite tarafından garanti altında alınmış değil. Ancak benim kurabileceğim ilave bir bir bilme anlamlandırma, yaşama düzeni sayesinde varlığımdan emin olacağım ve kendimi güvende hissedeceğim.” Pek çok deli, normal hayatın içinde, kendi düzenleri içerisinde bir ömür geçirebilir, herkes gibi yaşar, aile, iş kurar, liderlik yapar, bilim, sanat edebiyat vs gibi pek çok alanda tıpkı normaller gibi performans sergiler, eserler üretir. Burada kritik olan deliler için bile normalin varlığı her zaman güven vericidir ve fonksiyonlarının, performansının dünyevi değer sisteminde yer bulabilmesinin ön şartıdır. Bazı “Deliler” çoğu “normal” insanın, hatta “normal bir toplumun” üzerinde büyük hayranlık uyandırabilir, onları peşinden sürükleyebilir? Bazı psikanalistler buna şöyle cevap veriyorlar: Normal insanlar, nevrotikler ve onlar tarafından oluşturulmuş toplulukların temel belirleyicisi şüphedir. En kesin delillerlerin varlığında bile nevrotiklerin şüphesi kaşınmaya açıktır. Zira nevrotiğin, normal insanların bilmesi, tarihsel ve toplumsal olanla bir el sıkışma, anlaşma yapılarak ve tescil edilerek gerçekleşir. Dolayısıyla normal insanlarda bilmesi hep eksiktir, normalin bilmesi kendinden menkul değil, ötekiyle menkul ve değerlidir. Bu durum normal insanı her daim varoluşsal bir eksiklikle, tamamlanmamışlıkla karşı karşıya bırakır. Şüphe her daim buradan filizlenir. Oysa deli bilmekte olduğunda en ufak bir “şüphesi” yoktur. Bilmesi kendinden menkuldür. Bilmenin nereye tekabül ettiği bir başkası tarafından değil, bizzat kendisi tarafından tescil edilir. Bu durum bazı zamanlarda delilere sınırsızca, kuralsızca ya da kuralları, kural olmayan yeni kurallarla harmanlayarak “bir acayip konuşma” özgürlüğü verir. Hezeyanlar bunlara güzel örneklerdir. Normaller, “bu kadar inanmış”, “şüphesiz, “çok kararlı” konuşan, her şeyi yapmaya açık delilere hayran olurlar. Onların asla olamadıkları kişilerdir ve yapamadıklarını yapabilecek gibi görünmekte, hatta yapmaktadırlar. Tarih boyunca pek çok deli, çevresine sayısız normali toplayarak hezeyanlarını, halüsinasyonlarını normallerin fantazmalarıyla harmanlayıp çok acayip düşüncelerini, kendince düzenlerini toplumsallaştırmıştır. Böylece kalabalık insan topluluklarını sorunlara hatta felaketlere sürüklemişlerdir.Deliler denince genelde tedirgin edici, tekin olmayan durumlar ve garip konuşmaları, davranışları olan insanlar akla gelir. Oysa yukarıda bahsettiğim çerçevede, yani yapısal bir durum olarak delilik hiç de azımsanamayacak kadar yaygın ve gündelik hayatın, normalin içinde işi, gücü kariyeri olan insanlar olarak oldukça fazla sayıdadırlar. Klinik tanısal istatistiklerin oldukça üzerinde oranlarda olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Onları görmek ve duyabilmek içimizdeki normale(nevrotiğe) ve deliye kulak vererek başarılabilir. Normale kulak veriş, şüphenin olduğu yerdir. Bizi en heyecanlandıran, mucizeler vadeden söylemin olduğu yerde “acaba diyebilmek, normalin tarihsel terazisine başvurabilmek” ayaklarımızı yere temas ettirir. Delilik, nevrotiğin asla olamayacağı fantazmatik bir özlemdir. O nedenle nerede akıllı konuşan ama biraz da garip, biraz deli gibi birini duysak ve görsek çok etkileniriz. İçimizden sanki “İşte bu o, bu benim kaybettiğim geçmişim, sınırlarla tanışmış ama reddetmiş, dilin, düşüncenin insanlığın sınırlarına benim gibi mecbur olmayan varlık” gibisinden bir iç konuşma geçirerek hayranlıkla ona bakarız, onda bize ait kayıp, gizemli şeyler olduğunu düşünür, beklentiye gireriz. Deliler bizim hesapsız, kitapsız, kayıp yanlarımızdır. Feragat eden normallerin neyi geride bıraktılarsa onların yasıdır delilik. Bizim hassas karnımızdır öte yandan. Deliler aynı zamanda hepimizin ötekisi, kötüsü, “günah yüklenicisi”, şeytani olanımızdır. Kendimize yabancılaşmamızın, bastırdıklarımızın tekin olmayan şekilde bireysel ve sosyal vasatta geri dönüşüdür. Bütün bunları yazıyorum zira insanlığın yeterince deli ve delilik ürettiğini sıkça hatırlamaya ihtiyacımız var. Biz insanlar ister klinik olarak tanı konulsun, ister konulmasın “deliler” ve “normaller” olarak normalin içinde hiç tahmin etmediğimiz kadar iç içe temas halindeyiz. Örneğin bugün sosyal medyada “XYZ eğitim sistemi” adı altında bir girişime rastladım. Merak edip bir miktar videolara, sosyal medya paylaşımlarına ve hakkında başkaca yazılanlara baktım. Sadece 10 dakikalık bir videoyu izlemek bile bana konuşmacının yapısı hakkında ön fikir verdi. Sonra başka videoların alt metinlerine ve o metinlerdeki vaatlere bakınca ortada bir delilik döndüğüne, topluca bir deliliğin ya da “acayip vaatlerin” peşine takılma hali yaşandığına neredeyse kanaat getirdim. Klinik ya da adli bakımdan deli ile “deli gibi davranan” arasında fark olsa da ben bugün ikisini aynı kefeye koyacağım. Zira insan ilişkileri, dünya hayatı, sağlık gibi çok temel konularda mucizevi iyilik ve şifa vadederken sarfedilen sözlerde, davranışında şüpheden, eksiklikten hemen hemen hiç iz taşımayan ifadeleri ve sahiplerini nereye koymalıyız? Burada Baudrillard’ın hastalık ve simülakr göndermelerine atfen kulaklarını da çınlatmadan geçemeyeceğim: bir simülakr olarak delilik, yani taklit edilecek bir orijinal deliliğe ihtiyaç olmadan simüle edilen bir delilikten bahsedebiliriz ki bu da en az deliliktir; hatta delilikten daha öte ve tekinsizdir. Bu bahsi bu kadar rahatlıkla açabilmeme beni cesaretlendiren şeyler sağlık profesyonellerine hitaben hazırlanmış bu girişime ait videoyu izlediğimde gördüğüm ve duyduğum seylerin doğruluğu ve yanlışlığı değil, kendi başına anlamlı hatta havalı, itibarlı kelime ve kavramların tutarlı bir söylemin içinde konuşmacının ağzından çıkamıyor olması, sağa sola güven vermeyen şekşlde savruluyor olmasıydı. Bunca yıllık tıp, psikiyatri, psikoloji teorik ve klinik birikiminin bugünkü normaline göre bir gürültü olarak duyuluyordu. Bu sistem içinde bir çok kişinin eğitim almış olması, onların bir kaç gün içinde verilen eğitimlerle eğitimci olarak yetkilendirmiş olması beni düşündürttü. Ülkemizin sosyo-kültürel atmosferinde doğan ve büyüyen her bireyin yapısında mucizelere inanmak o kadar güçlü bir yer bulduğunu bir kez daha farkettim. Bu kişi ve yetkilendirdiği sözde eğitim müritleri de mucizeler vadediyordu. 1-2 dakikada pek çok rahatsızlığa tanı konuluyor, hastalık tedavi ediliyor, para, bolluk bereket yağdırılıyor, dünya ve ekolojik çevresi kurtarılıyordu. Öyle mucizeler ki reklama yol açmayayım diye buraya yazamıyorum. Memleketimizde büyüyen çoğu insanın bebeklik ve erken çocukluğunda mucizelere açık fantazmatik, “tam-güçlü” yaşantı hafızaları, kültürün, efsanelerin, inanç ekseninin yarattığı mucize beklentisiyle birleşince gerçek hayatta mucize vaatlerinin “normalin ekseninde dönmesi” beklenen zihinleri nasıl kolayca “normalin dışına” savrulabildiğini gördüm. Ülkemiz insanı gittikçe daha “normal” daha “akıllı” bir yere doğru gitmesi gerekirken deliliğe övgü mü düzüyordu? Cevabım bazen evet. Lakin bu övgü geçmiş çağların övgüsü gibi değildi bana göre. Geçmiş çağlarda normal ya da akıllı sınıfındaki nevrotik insan kalabalıkları deliler ile kendilerine yabancılaşıyor, yüzleşiyorlar ve yeni fikirleri, inançları seslendirebiliyorlardı. Delilik bir tür yaratıcılık alanı, ilerlemenin nadir, acı ama bir bakımdan da lüzumlu yollarından biri gibiydi. Nevrotik, normal insanın evreninde dil ve düşünce aynı zamanda bir hapishane gibi işlev görürken düşüncenin sıra dışı akışları ve bağlantıları bu hapishaneden bir havalandırmaya çıkış bazen de kaçış gibiydi. Tarihe mal olmuş pek çok adı bilinen, hatırlanan ve hatırlanmayan pek çok deli normalin düşünce hapishanesinden sıkça kaçarak insanlığa yeni şeyler armağan etmişlerdi. İnsanlık delilerle akıllıları, normalle anormalin işbirliği ile nefes alabilmişti. Günümüzün ucuz delilikleri ve delileri yaratıcı ve bir yerde devrimci eylemlerden uzak görünüyor. Geçmişin deliliği hakikate, varlık sorusuna doğru acı veren ısrarlı yaratıcı arayışlar iken ve yine değerini gel zaman git zaman normalin içinde bulurken, günümüzün deliliği ve delirmelerinin sonu zannediyorum pek çok şey gibi paraya ve hayal kırıklıklarına çıkıyor. Hayal kırıklıklarını onarmak ise en nihayet mucize vadetmeyen yol ve yöntemlere kalıyor. Şimdi bir kez daha neyle meşgul olduğunuzu, neye prim verdiğinizi, emellerinizin neye hizmet edebileceğini bir kez daha düşünün. Ayrıca sağlık, eğitim ve başkaca alanlarda geçmişin kayıp sırlarına, mucize içeren vaatlere mi yoksa insanlığın başta bilimsel bilgi olmak üzere saygıdeğer kadim birikimlerinin uşlaştığı seviyeye ve bunu kazanmamızı sağlayan emek, çaba, sabır ve yaratıcılığı bize öneren uygarlık temsilcilerine, söz konusu alanların uzmanlarına, bugünün yol ve yöntemlerine mi itibar edeceğinize karar verin.

image: @nikolator

Aşk, sevgi ve terapiye dair

İnsan ne zaman sevmelere yaklaşsa, aşka düşse derinlerinde bazı kısıtlamalar ortaya çıkmaya başlar. Bu kısıtlamar, her özne için benzersiz olan gereksinimlerin karşılanması sürecinde ortaya çıkan bilinçdışı kısıtlamalarıdır. Aşk, sevmeler ya da aşırı hoşlanmalar olumlanan bir dille ikrar edilse, öyle yaşansa da tekrarlayan, döngüsel ve zorlayıcı karakteriyle bir semptom olarak veya semptom kümesinin içinde yapılanırlar. Günümüzün sevmeleri, aşkları geçmişteki yaşanırlıklarına nazaran muhatapları arasında gerçek bağlar oluşturmakta zorlanıyorlar. Semptom burada insan öznesi ile onun zevklenmesi arasında bağ kuran bir yapı olarak ortaya çıkar. Bu bağın kökeni, karşı cins figürü ile bebeklik-çocukluk çağlarında kurulan ilk bağlantıda yatar ve bir semptom olarak aşk ve sevmeler, “cinsiyet elbisesi giymiş” güncel biri ile kurulan ilişkide bu derin bağı yönetmeye ve canlı tutmaya çalışır. Dolayısıyla ilişkide taraflar babalarına ve annelerine yeniden ve yeniden “derin” bir başvuruda bulunmak zorunda kalırlar. Karşı cins konumundakiyle her ilişki, insanı cinsiyet konumunda yeniden sınar. Her karşılaşma aynı zamanda bir cinsel kimlik sorusunu da sordurtur. Semptomun dinamikleri bu türden bağlantılarla doludur. Örneğin, erkek, ilişkide, derin bağlarında annesi ile temas kurup ona bilinçdışı yakınlaşırken, aynı zamanda babasının ilişki, erkeklik formülünü bir model olarak kopyala-yapıştır yapmak, hatta deyim yerindeyse onun semptomunu tekrarlamakla karşı karşıya kalabilir. Bu noktadan aşka giden yolda, aşkta, sevmelerde, karşı cinsle ilişkilerde muhatapların neden sıklıkla yüceltildiğini (başka bir açıdan da indirgendiğini), gerçeklikle bağlarının nasıl zayıflatıldığını daha iyi görürüz. O halde gözleri bozuk ya da tamamen kapalı olmadan sevmek, sevilmek nasıl mümkün olacak? Her derde deva, mucize bir reçete vermek mümkün olmamakla birlikte aşkın, sevmelerin şişirilmişliğini ya da zayıflığını bir ölçüde dengeleyecek bazı adımlar atılabilir. Fantazmaların türbülansında, düşünce içinde aşırı şişirilmiş ve konuşmanın giderek çoğaldığı, dilin aşırılıklarıyla yer arayan ilişki, bağ kurma çabasında olan insanlar bedenli bir varlık oluşumuzu hatırlatırcasına sevişmek, sevişmeyi öncelemek, muhatabını “insan, bedenli bir varlık” olarak da var kabul etmek iyi gelebilir. Öte yandan dilde aşkı ve sevmeleri, muhatabına böyle de yönelmeleri ihmal edenler, sevişmenin bedenli, cinsel haz kısmında kısır döngüye girenler, bunu sanki “sevmek” ve “sevilmenin” yegane gösterisi olarak yaşayanlar içinse dillerindeki yavanlığı azaltmak, aşkı, sevmeleri dile getirmek, muhataplarına bir özne olarak seslenmek canlı bir bağı kurmak yardım edebilir. Psikanalitik psikoterapi süreci, insanın sevmelerini, aşklarını “bir model”, “bir ölçek” dayatmadan kabul eder ve eşzamanlı olarak, sevmelerin aynı zamanda net, keskin kısıtlamalarla geldiğini ortaya çıkarmayı ve farkettirmeyi de hedefler. Bazen iyileşme bir “büyü bozumu” gibi gerçekleşir. Aşk ya da aşksızlığın semptomları, sevmelerin derinliği bir öznelerarasılıkta, güncel bir dünyevilikte yeniden anlam bulur. Daha insanca olan yeniden başlamak için daha uygun bir konumdur artık.

Terapide bilinçdışı karşılaşmalar

Terapistler olarak seanslarımız sırasında danışanımızın ve kendimizin bilinçdışı performanslarıyla karşı karşıya kalırız. Bilinçdışı deyince beynimizde, beynimizin hallerine, fonksiyonelliğine karşılık gelen zihnimizde, yeri belirlenmiş bir bölümden bahsetmiyoruz elbet. Bilinçdışı, biliş bütünlüğümüzün daimi işleyişinin farketmediğimiz döngüleridir. Ara ara bizce beklenmedik, terapist içinse gayet beklendik dışavurumlarla kendini belli eder. Bu dışavurumlar bâriz olarak konuşan varlıklar olarak bizlerin konuşmasında farkedilir.

Terapistin sükunet içindeki kulağı bunları duymada mahîrdir; mahîr olmalıdır da. Mladen Dolar’ın çok da güzel ifade ettiği gibi dilimizin sözcükleri bilinçdışı süreçlerde hammadde görevi gören “ötümlü nesneler olarak muamele görürler. Burada önemli olan anlamdan daha ziyade her bir sözcüğün sesteki yankısı, tınıları, ses uyumu, başka seslerle yan yana gelişleri, dahası birşeylere benzeyişleridir.

Terapi esnasında danışan ve terapist, bilinçdışının ötümlü sahnesini birlikte izleyen izleyiciler gibidir. Yüzleri sahneye dönük, o saatleri birlikte geçirmek üzere buluşmuş yakın insanlardır. Her buluşmada yeni bir bölümle karşılaşırken, maceranın bazen heyecan verici, bazen sevimli, neşeli, bazen ise üzücü bölümleri seyredilir ve duyulur.

Neden psikanaliz?

Ara ara hatırlamakta fayda var. Psikanaliz bir teknik değil, her bir kişiyi kendi tekilliğini, toplumsal ve tarihsel olarak istisnalığını üretmeye teşvik eden bir söylemdir. Dolayısıyla tıp, psikoloji alanlarında ve gündelik dilde de sıkça kullandığımız semptom-belirti kavramı da psikanalitik açıdan kişiye özgü olarak ele alınır; alınmayı gerektirir.

Semptom, hayatı, varoluşumuzu kavrayabilmeyi mümkün kılan erken hayat senaryolarımızdan, daha kilit bir noktada durabildiği ya da daha güçlü bir bağ olabildiği için semptomdur. Ortaya çıkışı bir alelâdelik değil, kendisinde tezahür ettiği kişi kadar özel ve gerçeğe dairdir. Semptoma sadece tarifler kümesinden, kılavuz ve algoritma cetvellerinden bakmak, terapötik bir paradoksa yol açabilir. Biricik veya istisnaî olanın sözde olmasa bile uygulama da reddine kadar götürür bu paradoks. O nedenle terapötik alan aynı zaman da ideoljik olana da açık ve savunmasızdır; terapist-analist için de kendi bakımından hassaiyet gerektirir. Hasta-danışan-analizan, kendisini nev-i şahsına münhasırlığına doğru yollayanı, teşvik edeni ya da buna yönelik tutum sahibi olanı hemen farkeder. Terapötik ilişikiyi de, aktarımı da ateşleyen işte bu farkedişlerdir.

Sanat eseri: @jessieandkatey

Şehir, mekan ve hafıza

Hafızamıza, hatırlama ya da başka bir deyişle unutma süreçlerimize bakınca iki esaslı durumla karşılaşıyoruz:İlki, hafızamız kararlı nesne, mekan ve hacimler ilişkisine ihtiyaç duyması. Örneğin hâlâ Galata Kulesi’ne göre tarif verebiliyor, orada buluşabiliyor olmamız gibi. Bu tür yapılar, etrafınca aşırı boğulsalar bile bizi ertesi gün ve diğer ertesi gunlerde şehire, hikayemizi ve gizemli zaman bağlarıyla bizi geçmiş kuşaklara bağlayabilmesi gibi. İkincisi ise bu mekan ve hacimlerin zihinsel olarak biz insanların ölçeği, havsalasıyla uyumlu olması. Örneğin yapıların, hareket eden nesnelerin aşırı değişken, hızlı ya da boyutca yüksek olması veya olmaması gibi. Örneğin yükseklik artıkça, hacim büyüdükçe veya şehrin hızı artıkça zihinlerimiz bazı görünümleri, durumları ihmal etmek durumunda kalıyor. Onları işleyemiyor. Tarihî bir yapıya dokunmak, şehrin topografik, hacimler arası ilişkileri ve alışkanlığını değiştirmeden, bozmadan sosyal ağırlık merkezlerine müdahale etmeden önce defalarca düşünmeliyiz. Hacimler ve insanlararasılık belirli ana fikirler etrafında döner. Bu ana fikre vakıf olarak her neyi planlayacaksak ve nelere dokunacaksak bunu dikkatle yapmalıyız. Sıkça gördüğümüz, şehirleri ve işleyişleri değistirenlerin bunları cahil ve taklit cesaretiyle yapmalarıdır. Modernizm ile başlayan ve onun sonrasına daha azılı ve azmanca ilerleyen yıkıcı faaliyetlerin bir ana fikrinin olduğunu biliyoruz. Hiper-kapitalist evrende insan hafızası da bundan nasibini alıyor, hâfızamız yıkılıyor, ömrü kısalıyor. O nedenle öncelikle yaşadığımız şehirlerde o sehirlere, planlara karar verenlerin hafızamıza dokunulduklarının da farkında olalım.

Yorumlar

Yorum yaz…

Ötekinin yamukluğu

Öteki “olduğu gibi” bilinemeyendir ve dolayısıyla bazen yamuk; bazen eksik, bazen de fazla ve abartılmış ya da göz alıcıdır. Bir kaçınılmaz olarak ötekinin bakışında kendine bakan, kendini şekilden şekle, kılıktan kılığa sokup bir sahneleme içerisinde hayatını sürdüren biz güzel insanlar bir bakıma yalnızlığımızın huzursuzluğu ile baş başa kalırız. Bu duruma bir ayar verebilmek için iç dünyamızı yapılandırır, semptomlardan semptom beğeniriz. Sahne hep vardır; sahnede kalmak esas olsa da bazen sahne dışına çıkıvermek, sahneden istemeden, bilmeden kaçmış olmak ta haktır. Yaşamayan, ya da yaşayanlara şahit olmayan azdır: Sahnedeki için bazen “boş bakan bir çift göz”den, “taşa dönüşmüş”, “keskin bıçak” olmuş bir sözden daha huzursuzluk veren bazen allak bullak eden başka bir şey var mıdır. Ağzımızdan konuştuğumuz kadar bakışlarımızla da konuşuruz. Bazen bir tarafımızın konuştuğunu öteki tarafla örter yalanlarız. “Sözlerim sana cesaret veriyor olabilir ama bakışlarımla öyle demiyorum. Bakışlarımda gel diyorum, kal istiyorum sözlerimde ise git”… Sanki hep konuşur gibiyiz sessizce. Sessizlik içinde bir konuşma yapar gibiyiz. “Ben kendi sahnesinde yalnız birisiyim. Lütfen bana yardımcı ol; yalnız olmadığıma beni inandır. Bir ilişki muhatabı olarak seninle, senin bakışına, eylemlerine, varlığına anlam verebildiğim, seninle kendi kendime kendi hikayelerimi, iç sesimi akıp giden zamanın içinde birbirine bağlayabildiğim ölçüde huzurlu olacağım. Ben doğuşta varoluşun kaygısını taşıyorum en derinimde; bakışların, varlığın bana biraz cesaret versin. Herkes herkesin yücesi olma potansiyeli taşır. Buna mukabil olansa, insanı olabilmektir bir ötekinin. Dil içinde olmak, dilden medet umarak konuşmak, konuşmaya, konuşulana tutunmak ve dinleyebilmek muhtemelen hepimize iyi gelecek. Bir sahne sanatçısı olarak bizler gösterimizi tüm varlığımızla icra ederken sanatımızı kısmen kendimize kısmen de ötekine yöneltiriz. Bu sahnedeki gösterinin ötekine geçebilmesinin de en güçlü formülüdür. Aynı zamanda bir öteki olarak bizler salt bize yönelmiş hitapların “ötekiliği”nden gerilir, ürker, farkında olmadan savunmalarımıza başvururuz. Ötekilikle salt bir kaşılaşma hem mümkün değil, hem de teklif edilmesi, yaşanması bile aşırı kaygı vericidir. İlişki, iletişim sek, susuz içilebilir, keyfine varılabilir bir durum değildir. “Sana hitabım aynı zamanda kendine hitabımdır”; biri ötekince içerilir. Sanatım sanat için, kendime bir gösteri olduğu kadar ötekinedir de, öyle de olmalıdır sanki. Bu sınırların, tekinsizliğin ve ötekinin emredici tonundan beni emin kılar. “Duyuyorsun ben sana hitap ederken seni ağzıma dolayıp durmuyorum aslında, kendimden de bahsediyorum aynı zamanda; rahat olabilirsin, birlikte güvendeyiz” diye konuşabiliyor muyum acaba? Böyle de sorabilmeli, kendime bakabilmeliyim aynı zamanda. Dilde, sözde barış olmadan ilişki de ve hayatta barış zor görünüyor.O zaman bir kulağa küpelik, parmağa ilmeklik bırakalım şuraya: Zahirde iki kişi olduğumuzda bile kalabalığız. Ben, sen, bendeki sen, sendeki ben; belki başkaların da o an orada olduğunu ve sözümüzün daha nerelerden duyulduğunu hatırlayalım. Dilde barış duyuluyorsa sahne rahattır. O zaman perde.

Fotoğraf: Hayoun Kwon – Otherness