Birbirimizi benzeşimler ve farklar vasıtasıyla anlamaya çalışırız. Çoğunlukla bilinçdışı ve kısmen de bilinçli düşünceyle yürüttüğümüz bu tarama, arama, anlama eylemi canlı varlıkları, olguları, olayları tıpkı bir fotoğraf veya bir kayıt gibi dondurarak, durağanlaştırarak yaparız. Dolayısıyla insanlar, olgular ve olaylar kendi oluşları ve aktüellikleriyle tam olarak anlaşılamaz. Bir çeşit temsile doğru indirgemedir bu. Başka bir ifadeyle farkılıkları ancak benzerlikleri veya özdeşlikleri gördüğümüzde anlayabiliriz. Bir erkeği, bir kadını bir diğerinden ayıran fark çoğu zaman temsili, imgesel bir farktan öteye gidemez. Biricik olanı, özneye dair olanı tıpkı bir nabız atışı gibi ancak olup gitmekte olanı izleyerek ve dinleyerek ve elbette onu incelikle yaşayarak farkedebiliriz. Bu tür temsili, şekli farkın tuzağından kurtulduğumuz ve o kadını veya o erkeği de kabaca bir kadınlar veya erkekler kümesine veya düpedüz bir nesne konumuna ittirilmekten kurtardığımız yegane anlar bu anlardır. Oluşun içine sirayet edebilmek, tıpkı güçlü, sakin ve derinden akan bir nehre dalmak gibi karşındakinin bilinçdışına sirayet ettikçe veya elbette sana sirayet edildikçe aşkın tezahür ettiği yere yaklaşıldı demektir. Seni kendi yalnızlığından başka bir tecrübeye taşıyabilecek olan aşk bu AŞK’tır.