Hafızamıza, hatırlama ya da başka bir deyişle unutma süreçlerimize bakınca iki esaslı durumla karşılaşıyoruz:İlki, hafızamız kararlı nesne, mekan ve hacimler ilişkisine ihtiyaç duyması. Örneğin hâlâ Galata Kulesi’ne göre tarif verebiliyor, orada buluşabiliyor olmamız gibi. Bu tür yapılar, etrafınca aşırı boğulsalar bile bizi ertesi gün ve diğer ertesi gunlerde şehire, hikayemizi ve gizemli zaman bağlarıyla bizi geçmiş kuşaklara bağlayabilmesi gibi. İkincisi ise bu mekan ve hacimlerin zihinsel olarak biz insanların ölçeği, havsalasıyla uyumlu olması. Örneğin yapıların, hareket eden nesnelerin aşırı değişken, hızlı ya da boyutca yüksek olması veya olmaması gibi. Örneğin yükseklik artıkça, hacim büyüdükçe veya şehrin hızı artıkça zihinlerimiz bazı görünümleri, durumları ihmal etmek durumunda kalıyor. Onları işleyemiyor. Tarihî bir yapıya dokunmak, şehrin topografik, hacimler arası ilişkileri ve alışkanlığını değiştirmeden, bozmadan sosyal ağırlık merkezlerine müdahale etmeden önce defalarca düşünmeliyiz. Hacimler ve insanlararasılık belirli ana fikirler etrafında döner. Bu ana fikre vakıf olarak her neyi planlayacaksak ve nelere dokunacaksak bunu dikkatle yapmalıyız. Sıkça gördüğümüz, şehirleri ve işleyişleri değistirenlerin bunları cahil ve taklit cesaretiyle yapmalarıdır. Modernizm ile başlayan ve onun sonrasına daha azılı ve azmanca ilerleyen yıkıcı faaliyetlerin bir ana fikrinin olduğunu biliyoruz. Hiper-kapitalist evrende insan hafızası da bundan nasibini alıyor, hâfızamız yıkılıyor, ömrü kısalıyor. O nedenle öncelikle yaşadığımız şehirlerde o sehirlere, planlara karar verenlerin hafızamıza dokunulduklarının da farkında olalım.

Yorumlar

Yorum yaz…

Share This

Share this post with your friends!