SU İÇMEYİ ÖĞRENMEK

su resmi

Halsizlik, başağrısı, iştahsızlık, baş dönmesi, kulak çınlamaları, dikkat ve konsantrasyon sorunları, uyku problemleri, bazı cinsel sorunlar, kan basıncı yüksekliği veya düşüklüğü, ateşlenme, terleme sorunları, sıcağa ve soğuğa tolerans bozukluğu, ağız, nefes kokusu, kötü vücut kokuları, hazımsızlık, gastrit, mide ekşimesi veya yanması, kabızlık, ishal, eklem ağrıları, stress ve ruh halinde dalgalanmalar, cilt-saç kalitesinde bozulma, cilt kuruluğu, ciltte dökülmeler, kepeklenme, idrarda yanma ve/veya zorlanma, kaşıntı, uykulu haller, anjina (göğüs/kalp ağrısı), safra ve taşları, kum dökme gibi sorunların arkasında yeteri kadar su içmemenin az ya da çok etkisi olabilir. Bir de buradan bakın isterseniz..!

Su içme, sağlıklı kalabilmenin kilit alışkalıklarından biridir. Yetersiz su içme, su içmek yerine başka içecekleri tüketmeye eğilim ve bazen susuzluğu yemek yeme ihtiyacı ile karıştırmak günümüzde insan sağlığını ciddi boyutta tehdit ediyor. Sağlığa yönelik bu tehdit özellikle çocuklarda ve yaşlılarda daha da ön plana çıkıyor.

Su vücudumuza pek çok fizyolojik sürecin içinde vazgeçilmez role sahip. En önemlilerine bakacak olursak:

  • Metabolizma
  • Kan dolaşımı/kan basıncı
  • Vücut sıcaklığının düzenlenmesi
  • Metabolizma yan ve son ürünlerinin, atıkların uzaklaştırılması

Bu önemli fizyolojik süreçlerde rolü olan su vücudumuzda azaldığında vücudumuz hemen sinyal vermeye başlıyor. Genel olarak vücut suyunun %1-2 sini kabettiğinde hızla susama hissi ortaya çıkıyor. Bu susama hissine verdiğimiz cevaplar bizim su içme alışkanlığımızın temelini oluşturuyor. İnsanlarda fizyolojik olarak su aynı işleri gorse de, susama fizyolojik olarak aynı olsa da herkesin kendince bir su içme alışkanlığı var. Suyun tadını sevmediğini söyleyip mecbur kalmadıkça suya dokunmayanlar, kana kana su içenler, su içmeyi bir görev gibi sürdürenler, canı istedikçe su içenler vs. vs. vs.

Nasıl bir alışkanlıktan bahsedersek bahsedelim su içmeye yönelim özünde doğal ve otomatik bir düreçtir. Vücudun su isterse, bu istek su ve su gibi işe yaradığı tecrübe edilen, düşünülen her ne varsa onlara yönelme davranışı olarak ortaya çıkar. Su içmekle ilgili bir tutum ve davranıştan bahsediyorsak bu bir öğrenme ve kazanılmış bir durumdur.

Su içmenin faydalarından neden bu kadar bahsedip duruyor, su içmeyi özendirmeye çalışıyoruz? Vücudumuz suya ihtiyacı olup olmadığını bilemiyor mu? Ya da biliyor da söylemeye mi çekiniyor? Ya da su erişilmesi zor bir içecek mi? Su içmekle ilgili cevaplarımız çok net: İçme suyu bulmak hala kolay, en azından dünyanın pekçok bölgesi için… Daha da önemlisi vücudumuz ne zaman suya ihtiyacı olduğunu biliyor ve bizi su içmeye yöneltecek sinyalleri, uyarıları veriyor. Peki sorun nerede ki sürekli birileri bize sürekli su içmeyi hararetle tavsiye ediyor, faydalarından bahsediyor?

Suyu sıradışı, mucizevi bir maddeye çevirmenin alemi yok elbette. Su ve su içme eylemi fizyolojik olarak nötr bir süreçtir. Metabolizmamız suyu fiziksel, hormonal ve sinirsel olarak sadece su, “H2O” olarak talep eder. Bu talep merkezi sinir sistemimizde şekillendirilir. Eşzamanlı olarak bilinçdışı ve bilinç düzeylerinde anlam ilişkilerine ve talebi karşılamaya yönelik tutum ve eylemlere dönüştürülür.

Susama ve su içe eylemlerinin fizyoloji taraflarıyla ilgili ilginç bilimsel bulgular yayınlanmıştır. Örneğin yaşlı bireyler vücutlarının su ihtiyacı olmasına ragmen bu susama hissine su içerek cevap verme eğilimleri azalmıştır.Başka bir örnekte, psikojenik aşırı su içme rahatsızlıklarında kişinin hayatını tehdit edecek düzeyde aşırı su tüketimi, deyim yerindeyse “sudan zehirlenme” söz konusudur. Amerika kaynaklı bir çalışmada su içme ile ilgili benzer ilginç detaylar sunmaktadır. 15 bin’ in üzerinde kişi ile yapılan çalışmada insanların ortalama olarak %42’ sinin günlük olarak su ve su kaynağı diğer içecekleri yeteri kadar tüketmediklerini gösteriyor. 70 yaş üstünde ise bu oran ortalama olarak %89 lara çıkarak durum daha dramatik bir hal alıyor.

Fizyolojik susuzluk sinyallerinin merkezi sinir sistemi tarafından işlenmeye başlamasıyla bilinçdışı ve bilinçli bilgi işleme, tutum ve davranış geliştirme süreçleri devreye girer. Nötr nöro-fizyolojik süreçlerden anlama ve bireysel, sosyo-kültürel kalıplarla zengileşmiş öğrenmelere yani kişiye özgü şekilde susuzluk, su içme çabalarıyla kendini ifade etme noktasına gelinir. Ben su içemiyorum, şu kadar içiyorum, su şudur, su budur, susayınca şunu yaparım, çay içerim, onu içerim bunu içerim, suyun tadını sevmiyorum gibi sayısız kişisel ifadeye dönüşür. Bunları söyleyebiliyorsanız yaşıyorsunuz ve yaşıyorsanız bedeninizin nötr bir şekilde talep ettiği suyu en azından yaşayacak düzeyde tüketiyorsunuz demektir. O halde susuzluktan ölen yoksa neden hala su içme üzerinde bu kadar duruyoruz? Yaşamaksa yaşıyoruz elbet; ancak her yaşamın, ayakta kalmanın bir faturası vardır ve bazen bu fatura sağlığınızdan ve yaşadığımız hayatın kalitesinden feragat etmek anlamına gelir.

Hekim olduğumu bilen çoğu insan bana bir şikayetinden bahsettiğinde onlara sorduğum ilk soru ne kadar su içtiği hakkında oluyor. İyi hekimliğin hastalıkları, sağlık sorunlarını daha ortaya çıkmadan engellemek ve çözmek, yani koruyucu hekimlik olduğunu savunan bir kişi olarak herkes için kolaylıkla uygulanabilecek sağlığı koruyan, geliştiren tedbirlere çok önem veriyorum. Su içme alışkanlığına dikkat çekmek de bunların başında geliyor.

Vücudumuz toplam su miktarını (vücut ağırlığının %60-65’i), hücrelerindeki ve hücreleri arasındaki suyu ve içinde çözünmüş Sodyum ve Potasyum gibi maddeleri optimal seviyede tutmak için her an müthiş çaba sarfediyor ve bunu çoğunlukla başarıyor. Biz çoğunlukla bir sonuça bakarak bu başarının (yani sağlıklı olmanın) ya da başarısızlığın (yani hasta olmanın) farkında oluyoruz. Bu iki zıt kutup arasında bedenimiz gidip gelirken ve sağlıklı kalmayı başarmaya çalışırken verdiği sinyalleri ya ferkedemiyor ya da çoğu zaman başka şeylere yoruyoruz.

Halsizlik, başağrısı, iştahsızlık, baş dönmesi, kulak çınlamaları, dikkat ve konsantrasyon sorunları, uyku problemleri, bazı cinsel sorunlar, kan basıncı yüksekliği veya düşüklüğü, ateşlenme, terleme sorunları, sıcağa ve soğuğa tolerans bozukluğu, ağız, nefes kokusu, kötü vücut kokuları, hazımsızlık, gastrit, mide ekşimesi veya yanması, kabızlık, ishal, eklem ağrıları, stress ve anksiyete bozuklukları, depresyon, duygusal dalgalanmalar, cilt-saç kalitesinde bozulma, cilt kuruluğu, ciltte dökülmeler, kepeklenme, idrarda yanma ve/veya zorlanma, kaşıntı, uykulu haller, anjina (göğüs/kalp ağrısı), safra ve taşları, kum dökme gibi pek çok bulgu veya şikayeti incelediğimizde yeteri kadar su içmemenin belirli düzeylerde etkisi olduğunu görebiliriz. Tüm bunlar aynı zamanda susuzluğa dair önemli birer sinyal olabilir. Susuz kalmak sadece sağlık sorunlarına yol açmıyor elbet. Örneğin susuzlukla birlikte fiziksel ve mental performans da olumsuz etkilenmeye başlıyor. Sporcularda vücut suyundaki her %2 lik azalma fiziksel performansta yaklaşık %10’ luk düşmeye neden oluyor. Beynimiz ve sinir sistemimiz de susuzluktan en önce ve aşırı etkilenen yapılarımız. Vücudumuz susuz kaldığında dikkat ve uyanıklığımız azalıyor, kısa süreli hafızada zayıflık ortaya çıkıyor.

Sususuzluğa dair vücut sinyallerini doğru anlayıp buna su içerek neden cevap veremiyoruz o halde? Bedenimizdeki sinyalleri “anlamlandırma” psiko-fizyolojik açıdan davranışlara dönüşmesi süreçlerinin daha önceki öğrenmelerimiz üzerinden ilerlediğini söylemiştik. Çok temel ve bilinen sinyallerden dudak-ağız kuruması gibi sinyallerle yukarıda saydığımız susuzluğun işareti olabilecek pek çok fizyolojik sinyal veya soruna dair işaret geldiğinde, bunu susuzluğa yormayı, susuzluğu yönetmeyi ve gidermeyi nasıl öğrendiysek öyle davranırız. Örneğin susama hissine hemen değil de daha geç cevap vermeye yönelik bastırma ve geçiktirme davranışları, su içmek yerine “susuzluğu en iyi gideren şey olarak “çay içmek“, “kola içmek” veya “bira içmek” gibi veya başka bir içeceğe yönelmek gibi tutum ve davranışlarımızın altında öğrenmelerimiz yatar. Susuzluğu su içerek değilde başka birşeyler içerek gidermek bir yere kadar makul karşılanabilir . Su dışında başka içeceklerin de susuzluğu giderdikleri tartışmalıyken, hatta kafeinli veya yüksek sodyum içeren bazılarının su kaybını artırdığı bilinirken, bazen susuzluk sinyalleri su veya başka bir içecek içmek yerine yemek yeme davranışına tercüme edilir. Bu durum başta metabolik sendrom, aşırı kilo, obezite ve kalp damar sistemi hastalıkları olmak üzere pekçok sağlık sorununa yol açabilir.

Evet, tartışmasız su hayattır ve susuzluk hayat kalitemizi bozan ve hatta ciddi sağlık sorunlarına yol açarak hayatımız tehdit eden bir durumdur. Sağlıklı ve esenlik içinde bir ömür sürmenin ilk ve en önemli adımı yeterli su içmektir diyebiliriz. Kolay, ucuz, Pratik ve neredeyse hiç yan etkisi yok. Zahmete ve maliyete katlanıp sağlık sorunlarınızı çözmek, bazen kozmetik iyileşme elde etmek için çaba sarfedip duruyoruz. Tavsiyemiz önce yeterince su içip içmediğinize bakın ve su içme alışkanlığınız sağlığınızı ve performansınızı olumsuz etkileyecek türden ise hızla değiştirmenizi tavsiye ederiz. Zira şu an sahip olduğunuz tutum ve davranışlar mutlak değil ve bugüne kadar ki öğrenmelerinizin toplamı. Yeni bir öğrenme ve değişim mümkün. Ucunda sağlık, kaliteli yaşam ve güzellik var. Bazı Pratik uygulamaları hayata geçirerek ve bazılarını da hayatınızdan çıkararak başlayabilirsiniz.

  • Günlük olarak vücut ağırlığınızın her kilosu için 30-36 ml su içmeye gayret edin. Örenğin 70 kg ağırlığındaki bir kişi için bu aşağı yukarı 2100-2520 ml (kabaca 2-2,5 litre) içme suyu yapar.
  • Sabah uyanınca ve gece yatmadan aç karnına birer bardak su içmeyi adet haline getiriniz. Özellikle metabolizmanın ve sindirimin düzenlenmesinde ve kilo kontrolünüze yardımcı olur.
  • Su içmekte zorlanıyorsanız başlangıçta içme suyunuza nane, dilim limon veya lime, fesleğen, dilimlenmiş salatalık, dilim ekşi elma gibi doğal ve hafif aroma vericiler kullanabilirsiniz.
  • Şekerli, sodyumlu, asitli, kafeinli ve gazlı içeceklerden mümkün olduğunca uzak durunuz. En azından su yerine bunları tercih etmeyiniz. Bunların susuzluğu giderdiğine dair varsayımlarınız veya tecrübeleriniz yanlış öğrenmelere dayalıdır. Ferahlatmaz aksine susuzluğunuzu artırır, kan şekerinizi aşırı yükseltir, yemek ve mide borusu sorunlarına yol açar.
  • Sporcu içeceklerine dikkat ediniz. Bazıları içerdiği aşırı sodyum yükü nedeniyle su kaybına yol acarlar. Kafein de içeriyorsa bu içecekler kalp ritm bozukluklarına ve idrarla su kaybına yol açarlar.
  • En önemlisi bu yazımızda saydığım sağlık sorunları veya fiziksel, mental olarak yolunda gitmeyen şeyler varsa mutlaka yeteri kadar su içiyor muyum diye kendinize sorunuz. Aynı şeyi yakınınızdaki çocuk ve yaşlılar için de yapınız, yakınlarını uyarınız, suyu hatırlatınız.

 

Sağlıcakla kalın.

Dr. Cengiz Doğan

Muhabbete doyum olmaz

yeme icme bostonBesin maddelerinin ve biyolojik faktörlerin ruh hali, duygular ve yeme içme davranışları üzerine etkileri

Modern tıbbın babası Hipokrat, “Besinlerin ilacın olsun, ilacların da besinlerin” demiş. Insanlarla ve hayvanlarla yapılan çalışmalar tıpkı tecrübe ettiğimiz gibi besinlerin beynimizin yapısını, kimyasını ve fizyolojisini etkileyerek beynimizin performansını ve ruh halimizi değiştirdiğini gösteriyor. Ruh halimiz de besin tercihlerimizi etkiliyor ve bu besinlerin bizi etkileyebileceği, değiştirebileceği yönünde beklentilere yol açıyor ya da destekliyor. O halde yerken sadece besin mi yiyoruz yoksa aynı zamanda besin kılığında sevgi, ilgi, çözüm mü yoksa itiraz yoksa öfke mi?

Vücudumuzun mükemmel bir iletişim ağına sahip. Metabolizmamızın mükemmel bir dengesi var. Her an olan bitenden bizi haberdar ediyor, kendisini korumak ve kollamak üzere ne zaman başlayıp, ne zaman duracağımızı, sınırlarımızı bize hatırlatıyor. Hislerini, acılarını bizimle paylaşıyor. Eğer uyarılara rağmen devam ediyorsak, nerede ne zaman nasıl davranacağımızı bilmiyorsak, muhtemelen yediklerimizi bir tarafımızla besin olarak görürken, diğer tarafımız daha güçlü şekilde başka işlere yarayan nesneler olarak kabul ediyor. İçimize aldığımız bu nesnelerin güçlü sembolik değerleri olabilir. Besin değerleriyle birlikte, sembolik değerleriyle de bizi etkileyebilirler.

Nesnelerin ne ifade ettiğine ve onlarla ilişki kurma biçimize yönelik kazanacağımız yeni farkındalık, bizi değiştirir. Sevgiye, muhabbete doyum olmaz elbet. Lakin yediklerimizle bir yerde doymak, doymayı bilmek fena olmasa gerek. Aksi halde ruh ve beden sağlımız kaçınılmaz olarak bozuluyor. Besinlerin sembolik değerleri ne işe yarıyorsa ve onlarla her ne yapıyorsak, aynı şonuçları daha sağlıklı yollarla yapabiliriz; yeni bir öğrenme mümkün.

Bazı besin maddelerinin ve biyolojik faktörlerin ruh hali, duygular ve yeme içme davranışları üzerine etkileri:

Slide1

Sıradışı Diyalog: Hipnoz ve Hipnoterapi

wors heart2_Fotor

İnsanlığın hipnozla ilişkisi kendi tarihi kadar eskidir. Doğal ve sıradışı durumlar olarak tecrübe edilen hipnoz tarih öncesi, antik çağ ve günümüz insanın hep ilgisini çekmiştir, hayatının içinde olmuştur. Hipnoza olan bu ilgi bilim adamları arasında da son 250 yılda giderek artmıştır. Hipnoza olan bu genel ilginin yanında hipnozu tam olarak anlayamamaktan ve deneyim eksiklikliklerinden kaynaklanan yanlış anlamalar, karşı gelmeler ve korkular da hep olagelmiştir. Bilgi eksikliğini gidermek, yanlış olanları doğrularıyla değiştirmek ve dolayısıyla hipnoz kavramının hayatımıza nasıl girdiği, hipnozun ne olduğunu ve ne olmadığını bilmek yersiz korkuları ortadan kaldırabilir.

Hipnoz olarak tarif edilen durum ve tecrübeler çok eskiye dayansa da bilimsel anlamda hipnoz kavramı hayatımıza yakın zamanda girmiştir.

Hypnos imageHipnoz, ingilizce orijinali ile “Hypnosis” Antik Yunanca’ da yer almış bir kelimedir. Orijinali “Hypnus/Hypnos” Yunan mitolojisindeki uyku tanrısının adıdır. Annesi “Nyx”, geceyi ve kardeşleri “Thanatos”, barışcıl ölümü ve “Oneiroi” rüyayı simgeler. Hypnus, Güneşin yükseldiği sonsuz karanlıkta yaşar. Her gece annesi “Nyx (Gece)” ile birlikte ortaya çıkar.

Tüm sembolik anlatımıyla “Hypnosis-Hipnoz” uykuya benzer, içinde bir miktar gizem de barındıran durumları anlatmak için kullanılmıştır.

“Hypnosis” ve “Hypnotism” yani “Hipnoz” ve “Hipnotizma”tabirlerini ilk kullanan ve tüm dünyada yaygın olarak kullanılır olmasına yol açan olan İskoç cerrah Dr. James Braid’ dır. 1841 yılında kendisinden öncekilerin tanımlamalara ve uygulamalara yaptığı eleştiri ve katkılarda, hipnozun fizyolojik ve tıbbi taraflarının önemini vurgulayarak bu konudaki ilk bilimsel çalışmaları başlatmış, “Neuro-Hypnosis”, “Hypnosis” ve “Hypnotism” tabirlerini kullanmıştır. İronik şekilde bir süre sonra Dr. Braid, hipnozun doğal uyku gibi bir durum olmadığını farkettikten sonra “Hypnosis” tabirinin yerine “tek bir duruma, düşünceye odaklanmak”anlamında “Monoideism” tabirini bir önermiş ve kullanmıştır. Fakat “Hypnosis” tabiri dilde yerleştiği için bu tabiri değiştirmeye muvaffak olamamıştır.

Dr. Braid’ den çok daha önce hipnozu ilk kullanan ve özelliklerini yazan kişilerden birisi de İbn-i Sina(1027) olsa da tıbbi amaçla kullanan ve yaygın olarak bilinen Alman Dr. Frans Anton Mesmer’ dir. Hipnozun henüz hipnoz olarak tarif edilmediği yıllarda Mesmer hastalarının yaşadığı bu hali “Animal Magnetism – Bedensel(Hayvansal) Manyetizma” adlandırmış, 1775 yılında da yayınlamıştır. Daha sonra yaptığı uygulamalar “Mesmerism” olarak adlandırılmıştır. Mesmer, “Bedensel(Hayvansal) Manyetizma” diye tarif ettiği bu durumun olağan bir fizyolojik durum olduğunu farkedememiş ve evrensel, kozmik bir manyetizmaya, çekime bağlamıştı. Bu nedenle uygulamalarında mıknatısları da kullanıyordu. Mesmerin bu yaklaşımı günümüze kadar azalarak da olsa gelen yanlış anlamaları, hipnozun gerçeküstü, garip, korkulası, sıradışı bir durum olarak algılanmasına önemli ölçüde yol açmıştır. 1894 yılında George du Maurier tarafından yayınlanan “Trilby” romanı bu yanlış algı ve korkulara iyi bir örnektir. Roman kahramanlarından hypnotist Svengali, şarkıcı Trilby’ i büyük bir şarkıcı, Diva’ ya dönüştürmek için hipnozu kullanır ve önemli ölçüde başarır. Fakat Trilby Svengali’ nin hipnoz seanslarına bağımlı olmuş, hipnoza alınmadan şarkı söyleyemez hale gelmiştir. Birgün Svengali kalp krizi geçirip Triby’ i sahne öncesi hipnoz edemeyince Trilby kötü bir performans gösterir ve sahne hayatı asla eskisi gibi olmaz. Roman, günümüze kadar defalarca filme çekilmiş, müzikal olarak oynamıştır.

Mesmer’ den sonra İngiliz doktorlardan Elliotson ve Esdaile kendi klinik uygulamalarında Mesmer’ in tekniklerini kullanmışlardır.

Dr. James Braid’ in “Hipnozu” tanımlaması ve bilimsel manada ele almasından sonra hipnoza olan ilgi giderek artmış, Amerika’ da Dr. George Miller Beard, Almanya’ da Dr. William Thierry Preyer, psikiyatrist Albert Moll, Fransa’ da Dr. Étienne Eugène Azam ve Paul Broca gibi isimler Dr. Braid’ in calismalarını incelemiş ve uygulamışlardır. Bu dönemde “Hipnotizm” ve “Mesmerism” arasında sorunlar da yaşanmış ve “Mesmerism” e dair ortaya atılan bazı görüşler daha önce olduğu gibi günümüzdeki yanlış anlamalara ve korkulara kaynaklık etmiştir. Örneğin Fransa’ da Dr. Charcot, Mesmerism’ den yola çıkarak hipnozu histerik kadınlarda ortya çıkan anormal bir fizyolojik durum olduğunu ileri sürmüştür(1860). Bu dönemde Fransız meslektaşı Hippolyte Bernheim hipnozun olağan fizyolojik bir durum olduğunu ve herkesin hipnoz olabileceğini idda ederek Charcot’ a karşı çıkmıştır. Bugün H. Bernheim’ ın ortaya koyduğu bu tespit halen gecerlidir ve tüm otoritelerce herkesin hipnoza girebileceği kabul edilir. Buna rağmen yanlış kurulan Histeri-Hipnoz ilişkisi farklı formlarda halen insanlarda bir tedirginliği tetiklemeye devam ediyor.

Takip eden dönemde Fransa’ da Pierre Janet (1859–1947) “Hipnotik Psikoterapi” yi geliştirmiştir. Aynı dönemde Sigmund Freud (1856–1939) Fransa’ da Hipnoz çalışmış ve sonrasında kendi uygulamalarında hipnozu kullanmıştır. Hipnozun klinik uygulamalarda kullanımına Freud’un katkısı son derece önemlidir. Feud, Breuer ile birlikte hipnozu soruşturmacı, derinine analiz etmeye yardımcı bir metod olarak kullanmışlardır.

Benzer dönemde Émile Coué (1857–1926) kendi kendine hipnozun öncüsü olan “kendi kendine telkin ve “kendi kendine yardım ve psikoterapi” ve bilişsel terapi üzerinde çalışmıştır.

Takip eeden yıllarda Amerika’ da Clark L. Hull (1884–1952) hipnozla ilgili “hipnoz ve telkine yatkınlık konusunda” laboratuvar çalışmaları yapmış ve hipnozla normal uykunun benzer durumlar olmadığını bilimsel olarak ortaya koymuştur.

dave elman2. Dünya Savaşı sonrası yıllarda tıp ve psikoloji dışından bir kişi olarak Dave Elman (1900–1967) hipnoza alma teknikleri geliştirmiş (indüksiyon) 1964’ te “Hipnozda Bulgular-Hipnoterapi” adlı kitabı yayınlamıştır. Bugün kendi adıyla anılan teknikleri yaygın olarak kullanılmaktadır. Elman’ ın teknikleri daha sonra öğrencileri tarafından geliştirilerek daha hızlı tekniklere dönüştürülmüş ve ameliyatlarda anestezi amaçlı hipnoz prosedürlerinde kullanılmıştır. Dave Elman, bir öğrencisine eşlik ederek normal anestezinin kullanılmadığı ilk kalp ameliyatının hipnoz altında yapılmasına destek olmuştur.
milton-erickson2Savaş sonrası yıllarda hipnoz ve hipnoterapiyi etkilemiş en önemli isim muhakkak Dr. Milton H. Erickson’ dur (1901–1980). Bir psikiyatrist olan Erickson, klasik hipnozun direkt yaklaşımları yerine daha dolaylı yaklaşımları, telkinleri, konuşma dilinin etkin kullanımını, dil oyunlarını, hikayeleri, metafor/mecaz ve analojileri, kafa karıştırma tekniklerini kullanarak kendine has bir ekol oluşturmuştur. Dr. Erickson, danışan/hasta transta olsun veya olmasın bilinçdışı zihninin daima karşısındakini dinlediğine ve dolayısıyla telkinlerin hipnotik şekilde kişide rahatlıkla etki yaratabileceğine inanırdı. Erciksoncu yaklaşımda, Freud’ dan farklı olarak bilinçdışı bilinçten büyük ölçüde ayrı, çoğunlukla pozitif, yaratıcı, çözüm üreten bir taraf olarak değerlendirilir. Ercikson’un kendi pratiğinde güçlü bir şekilde uyguladığı ve hipnoz dünyasına kazandırdığı en önemli kavramlardan birisi de “Utilization – Kullanma, Yararlanma” kavramıydı. Bu ekolde hastanın/danışanın değişmesi, iyileşmesi için onun nevrotik davranışları da dahil olmak üzere, favori kelimeleri, tekrarlayan hareketleri, kültürel aidiyetine dair detaylar, kişisel hikayesi ve inanışları kullanmak son derece önemlidir.

Türkiye’de tıbbi anlamda hipnoz 1935 yıllarında Pierre Janet’ nin bir kitabının Cemil Sena Ongun tarafından Türkçe’ ye kazandırılmasıyla tanınmaya başlanmıştır. 1946 yıllarında Dr. Bedri Ruhselman’ın hipnoz konusunda yayınlar yapmıştır. 1951 yıllarında hekim olmayan bir hipnozitor D. Watson’ın, İstanbul’da diş hekimliği fakültesinde hipnoz altında diş çekimi, Ankara Tıp Fakültesinde de bir ameliyat yapılması sağlanmıştır. Dr. C. Tan ve Dr. Aksoy Türk NöroPsikiyatri Cemiyeti’nde hipnoz konusunda bilimsel sunum yapmışlar. Dr. Sevil Akay, hipnoz yöntemiyle bademcik ameliyatı yapmıştır. Ankara Tıp Fakültesi’nde Prof. Dr. Orhan Toygar hipnoanestezi ameliyat yapmıştır. Dr. Recep Doksat, 1960’da “Hipnotizma” adı tezi ile hipnozu yayınlamıştır. Yine Ege Diş Hekimliği Fakültesinde Dr. Turan Cengiz (Prof.), doktora tezini “Hipnodonti” adı altında vermiştir. Prof. Dr. Hayati Çelebi’nin de Atatürk Üniversitesi’nde hipnodonti konusunda yayın yapmıştır. Opr. Dr. Hüsnü İsmet Öztürk “Bilinçli Hipnoz” olarak adlandırdığı kendi metodunu oluşturmuş ve 26 yıl boyunca pekçok hastada özellikle cerrahi operasyonlarda, anestezi süreçlerinde bu metodla hipnozu uygulamıştır.

Bugün Türkiye’ de ilk kuşağı takip eden ikinci ve üçüncü kuşak hipnotistler farklı hipnoz uygulamalarıyla çalışmalarını sürdürmektedir.

Hipnoz nedir, nasıl bir haldir?

1990 yıllardan itibaren tanısal görüntüleme tekniklerindeki gelişmeler (Fonksiyonel Manyetik rezonans Görüntüleme – fMRI vs.), hızlı ve detaylı laboratuvar analiz yöntemleri (genetik ve moleküler analizler) beynin yapısı ve işleyişi hakkında ve hipnoz sırasında olanları gerçek zamanlı görüntüleme ve laboratuvar sonuçlarıyla birlikte ortaya koymaya olanak verebiliyor. Her ne kadar hipnotik durumun fizyolojik olarak tarif edilmesinde yeni olanaklara sahip olsak da hipnoza dair anlatımlar ve tanımlar halen çoğunlukla deneyime dayalıdır ve subjektiftir.

Hipnoz, fizyolojik olarak uyanıklık ve uyku arasında bir zihin-beden durumudur. Bilinçli olarak dikkatin belirli bir duruma veya nesneye odaklandığı, kişinin bedeni ve çevresine olan dikkatin azaldığı, bilinçli durumunda bir çözülme, ayrışma yaşadığı (disosiasyon) ve telkine daha açık hale geldiği bir durumu, “Hal” i ifade eder. Kişi bir tarafıyla hipnozu idare eden kişi ile iletişimdeyken bir tarafıyla başka bir gerçekliği deneyimler. Hipnoz üst düzeyde telkine yatkınlık halidir. Sahip olduğu “en iyi olasılıklar senaryoları”na göre tartışan, analiz eden ve bu şekilde hangi fikir ve telkinleri içselleştireceğine karar veren bilinçli zihnin kontrol mekanizmalarının bir süreliğine gevşemesi kişinin telkine ileri düzeyde açık olmaya neden olur.

Hipnozun uyku ile uyanıklık arası bir duruma konumlandırması beyinle yapılan nörofizyolojik çalışmalara dayanır. Uyanık haldeyken EEG (ElektroEnsefaloGrafi)’de 5 tip beyin dalgası tespit edilir. Kişinin içinde bulunduğu duruma göre bu dalga türlerinin yaygınlıkları değişir.

deleta-theta-alpha-beta-gamma-brain-wavesÜst düzeyde bilgi işleme, öğrenme durumlarında, aşkın düşüncelerde insan beyninde frekansı çok yüksek Gamma dalgası (27-100 Hz) yoğun olarak tespit edilir. Uyanık ve alarm durumundayken beyninde frekansı yüksek Beta dalgaları (12-27 Hz) hakimdir. Dikkatimizin gündelik hayatın işlerine yoğunlaştığı, alarm durumda olduğumuzda, problem çözme, karar verme, tartışma, karşılaştırma, yargılama gibi mental durumlarda Beta dalgası hakimdir.

Uykuda ise eğer rüya görülüyorsa Hafif uykuda, ileri düzeyde gevşemelerde Teta dalgaları (3-8 Hz), rüyanın olmadığı derin uykuda Delta dalgaları (0,5-3 Hz) hakimdir.

Hipnozda ise Alfa dalgaları (8-12 Hz) hakim olur. Hipnoz derinliği arttıkça Teta dalgalarında da yoğunlaşma olur. Bilincimiz açık olarak, dışarıdaki hayatın uyaranlarından uzaklaştığımızda, rahatladığımızda, gevşediğimizde, “şu ana” odaklandığımızda, beynimiz de sakinleşir, tartışan, kontrol eden bilinçli zihnimiz bilinçdışımıza ve ordaki tüm kayıtlara, bilgi, deneyim, hisler her ne varsa bunlara kapı aralar.

Hipnoza neden ihtiyaç duyulur? Hipnoz nasıl ilerler?

Bir kişide herhangi bir nedenle mental olarak bir yoğunlaşma ortaya çıkmaya başladığında o kişinin farklı, değişik bilinç durumlarına eğilimi artmaya başlar ve bunu doğal olarak deneyimler. Düşünceye dalmalar, dış uyaranlara sıkça ilginin ya da tepkinin anlık olarak azalması buna örnek olarak verilebilir. Her yoğunlaşma aslında gündelik olağan bilinç durumlarıyla kişinin istediği sonucu elde edemediği ve başka kaynaklara çözüm için ihtiyaç duyduğunu anlatır bize. Bir çeşit arayıştır bu. Bildiği veya sıklıkla kullandığı yöntemlerle ve varolan tutum ve davranışlarıyla üstesinden gelemediği veya gelişme sağlayamadığı durumlarda kişi yaratıcı bir süreci çalıştırmak zorunda kalır. Bilincin o güne kadar geliştirdiği çoğu modelinpersonalar gücü azalır. Örneğin hala çözemediğiniz her sorun aslında olağan bilinç hallerinizin artık çaresiz kaldığı sorunlardır. Erişebildiğiniz tüm kaynakları ısrarla yoklar, bulur, alır kullanırsınız. Bulamazsanız başka tarafa, başka kaynaklara (bilgi, kişiler vs.) yönelirsiniz. İşinize yarayacak bir kaynak bulamamak demek bilincinizin erişebildiği, tecrübeye sahip olduğu, kullanıma hazır kaynakların var olan sorunu çözmeye fayda sağlamaması veya bu kaynaklarla doğru organize edemesi anlamına gelir. Peki nasıl bulacaksınız çözüme giden yolu ve bu yolda gerekli olanları? Bu tür durumlarda kendi dışında iki alana yönelir . Birisi sizin dışınızdakiler: İnsanlar ve diğer kaynaklar, nesneler. Diğeri ise bilincinizin dışındaki “sanal alan”: Literatürde ve gündelik dilde sıklıkla kullanılan “Bilinçdışı” dır burası.

Bilinçdışı (Unconcious) varoladuğunuz ilk andan, şimdiki zamana kadar olan aralıktaki, sosyal ve biyolojik tüm mirasınızı, genetik varlığınızı, tüm fizyolojik otonom kontrol mekanizmalarınızı ve kendi kişisel hikayenizin tüm detaylarını barındırır. Kendi dışınızdaki dünya ile temasınızla oluşan tüm kayıtlar (duyu yollu), bilgi, tüm deneyim ve tüm bunlara eşlik eden olumlu ve olumsuz tüm duygular ve tüm bu deneyim ve duyguları yaşamış kişinin o ana kadarki “ben”leri, tüm “persona” ları ve rolleri kişisel bilinçdışınızda yer alır.

Bilinciniz, bilinçdışınızla sürekli iletişim ve diyalog halindedir. Bu diyalog durağan değil, dinamik ve değişkendir.
Reading trance“Bir kitap okumaya başlarsınız, aklınızda bir düşünce ve dönüp duran bir sorun ya da bir isteğiniz vardır, kitap okumaya devam ederken kendinizi bir süre sonra kitap okumaktan uzaklaşmış ve o kafanızı meşgul eden konuya ve o konuyla ilgili nesne ve kişilere ilgileniyor olarak bulursunuz. Bu sırada dışarıdan bakan birisi sizi kitap okuyor olarak görür. Bir sure sonra tekrar kitap okumaya geri dönersiniz. Geri döndüğünüzde siz de tıpkı dışarıdan size bakan birisi gibi kendinizi kitap okurken bulursunuz; biraz şaşkınlık yaşarsınız, kafanız karışır, yaşanmış olsa da bazı anlar bulanıklaşır, hatırlayamayabilirsiniz. Sanki bir ayrışma ve çözülme yaşamış, sonra tekrar biraraya gelmiş hissedersiniz.” Bu deneyim doğal, uyanık yaşanan bir trans deneyimdir.

reading hypno 2

“ Uzun yola çıktığınızda yol sizi hep hipnotik ve trans deneyimlerine davet eder. Direksiyonda seyir halindeyken, yol ve düşünceler bir yandan akarken, bir süre sonra gözünüz yolda, tüm bedeninizle arabayı mükemmel kullanırken, yola tepki verirken aynı zamanda, aslında kafanızda akan bir düşünce tıpkı bir balığın oltaya takılması gibi takılır ve zihniniz onunla uğraşmaya, bir yandan geçmişe ve bir yandan geleceğe gidip gelir ve eşlik eden duyguları belki de iç çekip hissederek yola devam edersiniz. Zamanın akıp gider, saatleri farketmezsiniz, geçtiğiniz yerleri görmenize rağmen tam olarak hatırlamazsınız. Bir tarafınızla mükemmel bir sürücü olarak yola devam ederken bir tarafınızla önemli bir gözden geçirme yapar ve sorunları tartışır, ihtiyaç duyduklarınızı ararsınız.” Bu türden yaşadıklarınız da doğal uyanık yaşanan trans deneyimlerdir.

Highway_hypnosis foto

Doğal trans durumları spontan uyanık halde yaşanan ve bilinçdışı tarafından idare edilen durumlardır. Benzer durumlar hipnoz aracılığıyla ve iç içe de yaşanır. Hipnotik trans halleri, bir operatör yani hipnotist ile elde edilen, farkındalığın devam ettiği, bilincin kaybolmadığı süreçlerdir.

Hipnotistle birlikte kişi tıpkı yukarıdaki örneklerde olduğu gibi bir uygulama, bir eylem, bir düşünce etrafında yoğunlaşırken, hipnoza girer telkin almaya daha açık hale gelir. Aynı zamanda hipnozla birlikte daha da derinleşerek hipnotik transa girebilir.

Gündelik yaşamınızda, bugün tüm çabalarınıza ve trans durumların yaşanmasına, bilinç ve bilinçaltı diyaloglarınıza rağmen halen çözülmesi gereken sorunlar devam ediyor, çözüme kavuşmuyor, sabredilebilir, yönetilebilir hale gelemiyorsa ve arzu ettiklerinize erişemiyorsanız kendi dışınızda birilerine ihtiyaç duyarsınız.

Kişinin kendi dışında birisiyle tedavi edici veya geliştirici bir ilişki kurmaya ihtiyaç duyması hipnozun ve hipnotik trans’ ın da var olduğu yerdir. Hipnotist, bir operatör olarak kişiyi kendi başına deneyimlediği doğal trans durumlardan farklı olarak hipnozu ve transı, dolayısıyla değişik bilinç durumlarını deneyimlemesini sağlar. Olağan gündelik bilinç durumunun direnç geliştirebilecek kısımlarını bypass ederek, bir yandan da işbirliği yaparak bilinçaltıyla yeni bir diyalog başlatmasına yardım eder. Hipnotist, hipnoz ve hipnoterapi ile kişinin alışageldiği dil ve düşünce kalıplarından başka türlü yararlanmasını, yeni bir dil kullanabilmesini, duygulara başka yorumlar getirmesini teşvik eder. Bilinçaltında kişinin kendi benliği ve dışındaki dünya ile daha uyum içinde yaşamasını sağlayacak kaynakları tedarik etmesine, bugüne kadar kendisini oluşturan tüm benlik ve personaların şimdiki zamandaki benliğin liderliğinde toplanmasına ve işbirliği yapmasına yardımcı olur. Kişi bir kez hipnoza girdikten sonra Hipnotist hedefe yönelik kişiye özel telkinlerle kişinin çözümü bulmasına, keşfetmesine, değişimi ve iyileşmeyi başarmasına yardımcı olur. Telkinler geçmişe, bugüne ve geleceğe dair içeriklere sahip olsa da “şimdi” nin hemen sonrasında yaşanacak bir geleceğin senaryo yazımıdır. Yaşanması arzu edilen senaryoda duygu, düşünce, davranışlar, mekan, zaman ve kahramanlar yer alır. Hipnotist ve danışan/hasta birlikte daha önce yapmadıkları, o anda ve ikisi için özel birşey yaparlar. Bu şekilde ilerleyen terapötik ilişki, kişiyi kendi başına elde edemediği ve ancak birisi, yani hipnotistle ulaşabileceği bir sonuca götürür.

hypnotherapyHipnoterapi Nedir?

Hipnozun kullanıldığı tüm terapötik/tedavi süreçlerdir. Yaygın olarak hipnozun kullanıldığı psikoterapi süreçleri için kullanılır. Geleneksel Hipnoterapi, Eriksoncu Hipnoterapi, Bilişsel/Davranışçı Hipnoterapi en yaygın örneklerdir.

Hipnoz bilimsel bir yöntem/ girişim midir? Güvenilir midir?

Hipnozun doğası ve kullanımına dair pekçok bilimsel yayına ve kanıta sahibiz. İnternette hızlı bir bilimsel yayın taraması yapıldığında, örneğin “hypnosis” kelimesi için 14 bin’ e yakın yayın çıkıyor. Bunlardan bine yakını araştırma, 1500’ e yakını varolan literatürün değerlendirildiği yayınlar. “Hypnotherapy” için 14 bin’in üzerinde makale mevcut. Günümüzde Hipnoz güvenilir bilimsel veri tabanlarında yerini almış tıbbi bir uygulamadır. Dünyanın pekçok ülkesinde ve ülkemizde güvenle uygulanmaktadır.

Hipnoz bir uyku mudur?

Hipnoz bildiğimiz uyku hali değildir. Dışarıdan bakıldığında, hipnozdaki kişi sanki derin bir uykudaymış gibi görünebilir. Ancak beyin uykudan başka bir fizyolojik durumdadır; kişinin farkındalığın devam ettiği ve uyarana açık bir haldedir.

Bir kişi, isteği dışında veya farkında olmaksızın hipnoza alınabilir mi?

Klasik, otoriter hipnoz yaklaşımında hipnoz prosedürü belirlidir ve kişi bu uygulamaya dahil olup olmak istemediğini kendisi özgürce karar verir. Kendi rızası ve isteği dışında hipnoza girmez. Ancak hipnozun telkine üst düzeyde açık hale gelme durumu olduğunu hatırlarsak, gündelik iletişim dili içerisinde dolaylı, liberal yapıda “hipnotik bir dilin” kullanımı ile kişi hipnoza girebilir, “hipnotik trans”ı deneyimleyebilir ve/veya telkin alabilir.

Hipnozdaki kişi kendisine söylenenleri, istenenleri olduğu gibi kabul eder ve uygular mı?

Hipnoz sırasında kişi telkine daha kolay cevap verir hale gelir. Ancak kendi arzu etmediği, herhangi bir nedenle(sosyal, ahlaki, durumsal) yasak kabul ettiği talepleri içeren telkinlere olumlu yanıt vermez. Bu talepte ısrar edilirse kişi hipnozdan çıkar.

Hipnoza giren bir kişi istemediği hâlde sırlarını açıklar mı?

Hipnozda kişi bilincini kaybetmez. Dolayısıyla istemediği sürece sırrını açığa vurmaz, normal koşullarda paylaşmayacağı bilgileri paylaşmaz. Ancak bilgi veya sırrı paylaşımayı kendisi için faydalı olarak değerlendirirse paylaşmaktan kaçınmayabilir.

Hipnozdan çıkamama gibi bir durum sözkonusu mudur?

Hipnozdan her zaman çıkılır. Hipnozu yapan veya yöneten hipnozadan çıkma telkini vermese bile, devamlılığı sürdürecek bir uygulama, telkin olmadığı durumda kişi kısa bir süre sonra hipnozdan çıkar

Herkes hipnozu deneyimleyebilir mi?

Evet bazıları kolay bazıları biraz daha zorlanarak da olsa herkes hipnoza girer. Hipnoz deneyimlendikçe daha sonra kişi daha kolay hipnoza girer hale gelir.

Kimler Hipnoz Uygulayabilir?

Hipnoz çoğu ülkede ve ülkemizde sağlığın geliştirilmesi amacıyla kullanılır ve “tıbbi ve psikolojik bir girişim” olarak kabul edilir. İyileşmeye yol açacak esas unsurlarla kişiyi buluşturan özel bir yoldur. Ülkemizde hipnoz yapma yetkisi hipnoz ve hipnoterapi eğitimi almış hekimler, diş hekimleri ve klinik psikologlara tanınmıştır.

Hipnozla geçmişe veya geleceğe gitmek mümkün müdür?

Hipnozla kişinin kendi hatıralarına erişmek, onları yeniden gözden geçirmek mümkündür. Geleceğe dönük olarak kişiler hipnoz altında hayallerini, hedeflerini gözden geçirirler, kendi yaşamları için simülasyon yapabilir, sanki olmuş gibi hayal edebilirler; bunun etkisi büyüktür. İster geçmişe dönük ister geleceğe dönük hipnotik çalışma olsun tamamen şimdiki zaman ve şimdiki kişi üzerinde bir değişim ve öğrenmeyi başlatmak amaçlanır. Bunun dışındaki beklenti ve tekliflerin gerçekçi değildir.

goz gozKendi kendine Hipnoz (Self-Hypnosis) yapılabilir mi ve nasıl uygulanır nedir?

Genel hipnoza alma tekniklerine benzer şekilde kişinin bu tekniklerden bazılarını kendisine uygulaması ve kendi kendine telkin vermesiyle gerçekleşir. Genellikle iş, öğrenim motivasyonu artırmak, sigara gibi bağımlılıkların tedavisi, yeme, içme ve kilo kontrolü süreçlerinde, stresi azaltmada kullanılır. Bazen bir takım ses, müzik kayıtları da kullanılır.

Oto-Hipnoz nedir? Nasıl uygulanır?

Bir hipnotist’ in (hipnozu uygulayan kişi) hipnoza aldığı kişiye öğrettiği yöntemi bu kişinin kendi başına uygulayarak yaptığı hipnoz türüdür. Bir çeşit yetkilendirilmiş hipnozdur. Hipnotistle yapılan hipnoterapinin etkinliğini ve kalıcılığını artırmak için, özellikle bağımlılıkların tedavisinde tercih edilir.


 

Hipnoz kullanım alanları: 

Hipnoz dünyada başta sağlığın iyileştirilmesi, geliştirilmesi ve tedaviye uyumun artırılması olmak üzere, spor, eğitim, kişisel gelişim, kriminal alanlarda kullanılmaktadır. Yaygın olarak kullanıldığı alanlar aşağıda sıralanmıştır.

  • Cerrahi girişimlerde, anestezi uygulamaları: Hipnoanestezi ile standart anestezi prosedürleriyle birlikte veya tek başına kullanılır.
  • Gebelik ve Doğum sürecleri: Organik nedenlere bağlı olmayan hamile kalamama sorunlarında, tüp bebek süreçlerinde, ağrısız ve/veya kolay doğum, doğuma dair stresin azaltılmasında
  • Sindirim Sistemi Sorunları: Ülser, Gastrit, Kolit, Crohn Hastalığı, Huzursuz Barsak Sendromu, bulantı-kusma
  • Dolaşım sistemi sorunları: Esansiyel Hipertansiyon, Reynaud Hastalığı
  • Solunum sistemi sorunları: Astma, alerji
  • Kanser tedavisi ve bakımı: Medikal tedaviye uyumu artırma, başetme süreçlerine destek olmak, ağrı, bulantı, kusma gibi tedaviye veya hastalığa bağlı semptomları hafifletmek
  • Diş Hekimliği: Genel olarak tedaviye uyumun artırılmasında, diş hekimi ve operasyon korkularının yenilmesinde, bruksizm (diş gıcırdatma-sıkma) tedavisinde, bulantı ve öğürmenin azaltılmasında, protez ve aparatlara uyumun artırılmasında, ağrının azaltılmasında
  • Kişilik Bozuklukları: Pasif agresif, Antisosyal, Histrionik, Paranoid, Şizoid, Şizotipal, Borderline (sınırda), Narsistik kişilik bozukluğu, Çekingen kişilik bozukluğu, Bağımlı kişilik bozukluğu, Obsesif kompulsif kişilik bozukları
  • Üro-Genital Sistem sorunları ve Cinsel işlev bozuklukları: Cinsel isteksizlik, orgazm ve boşalma sorunları, erkekte sertleşme sorunları, vajinismus), Enürezis (Alt ıslatma), Mensturasyon(Adet) ağrısı
  • Çift ve Evlilik Sorunları
  • Stres ve anksiyete bozuklukları: (panik bozukluğu ve agorafobi, yaygın anksiyete bozukluğu, özgül fobiler, sosyal fobi, obsesif kompulsif bozukluk, posttravmatik (travma sonrası) stres bozukluğu)
  • Depresyon
  • Uyku bozuklukları
  • Yeme-içme bozuklukları: Duygusal yeme-içme, aşırı yeme, iştahsızlık, doyma problemleri,
  • Kilo kontrolü (kilo verme, kilo alma)
  • Bağımlılık sorunları: Sigara, alkol, diğer maddeler
  • Psikofizyolojik Cilt hastalıkları: Akne, Alopesi areata (Bölgesel saç dökülmesi), Egzama, Psoriasis(Sedef), Psikojenik purpura, Rozasea, Seboreik dermatit, Ürtiker, Saç-Kıl Yolma Takıntısı(Trikotillomani), Cilde zarar verme-yolma, Artefakt Dermatiti (Deride kişinin kendisi tarafından oluşturulan izler, şekiller), Liken Simpleks, Beden Dismorfik Bozukluğu(bedeniyle aşırı uğraşma, begenmeme, sanrılar)
  • Ağrı Yönetimi: Birincil baş ağrıları (Gerilim tipi baş ağrısı, Migren), Orofasiyal Ağrı, Kanser ağrıları, Fibromiyalji, Nöropatik ağrı, Pelvik ağrı, Adet (mens) ağrısı, Ağız, Diş, Dil Ağrısı ve Glottis, Kas-Eklem Ağrısı, Yanıklar
  • Nöro-musküler Bozukluklar: Spazmodik Tortikolis (Servikal Distoni), Tekraralayıcı Anormal Hareketler (Titreme/Tremor)
  • Konuşma Bozuklukları: Kekemelik, Ses Kısıklığı
  • Çocuk ve Ergen Sorunları: Alt ısltama, Dışkı Kaçırma, Gece Korkuları, Aşırı Hareketlilik ve Dikkat, Konsantrasyon Bozukluğu, Öğrenme Problemleri, Konuşma Bozuklukları, Saldırganlık, Uyum Sorunları, Sınav Kaygısı-Stres, İnternet, Oyun, Cihaz Bağımlılıkları
  • Eğitim, iş ve sanat hayatında sorunlar: Sınav Kaygısı, Aşırı Heyecanlanma, Özgüven Problemleri, Motivasyon Sorunları, Yaratıcılık ve Kişisel Performansın Azalması
  • Sporcu eğitimi ve performans yönetimi
  • Kriminolojide suç ve olay soruşturmaları 

 

4 industry 2 humanGünümüzde hipnoza olan genel ilgi ve tıp, diş hekimliği, psikoloji, eğitim, spor, eğitim alanlarında etkili bir araç olarak kullanımı gittikçe artmaktadır. Özellikle sinirbilimde, genetik, moleküler analiz ve tanı yöntemlerinde teknik olanaklar ve bilgi birikimi arttıkça, bilinç ve değişik bilinç durumlarını daha iyi anlamaya başladık. İyileşmenin, değişmenin doğasını bilimsel yöntemlerle anladıkça ihtiyacımız olan kaynakların önemli bir kısmının kendi içimizde olduğunu yeniden farkeder olduk. Hipnoza dair bilgi ve deneyimlerimiz arttıkça hipnoz hakkındaki geçmişten günümüze gelen dayanağı olmayan, olumsuz düşünce ve inanışlar yerini daha doğru düşüncelere bırakmaya ve hipnoza olan ilgimiz artmaya başladı.

Patient_Care14 industry1Son yıllarda sağlık sorunlarıyla mücadele ve sağlığın geliştirilmesine yönelik ürün ve hizmetlerin çok çeşitlenmesine ve büyük miktarlarda kaynak ayrılmasına rağmen hastalıksız ve kaliteli yaşam süresinin toplam yaşam süresine oranında beklendiği kadar anlamlı gelişme elde edilememiş durumda. Bu nedenle sağlığın iyileştirilmesi ve koruyucu sağlık tedbirlerinde kişiselleştirilebilir ve kolay erişilebilir ürün ve uygulamalara olan eğilim giderek artıyor. Aynı zamanda Dördüncü Sanayi Devrimi’nin tartışıldığı günümüzde, değişimin yönünü işaret eden tüm anlamlarda çeşitliliğin korunmasına, bireysel girişimciliğe, konvansiyonel olmayan bilgi, mal ve hizmet değiş tokuşuna giderek daha fazla vurgu yapılıyor. Kaynağa hızlı erişim, talebe, ihtiyaca özel yaygın üretim ve paylaşım ekonomisi gibi kavramları ve bunlarla ilişkili olarak bireylerin durumu, değişen sosyal ve endüstriyel ilişkiler gündemimizi daha fazla işgal ediyor. Bu gündeme paralel olarak sıradışı ve yaratıcı bir diyaloğun kapısını aralayan ve esasen insanlık tarihi kadar eski olan hipnoza ve sıradışı bilinç durumlarına olan ilginin yeniden giderek yükselmesi bir tesadüf değil elbette. Aksine, genel olarak endüstriyel, teknolojik ve sosyal değişiminin paralelinde ilerleyen ve bireylerin arayışları ve değişime uyum veya başetme çabalarını yansıtan bir eğilim olarak değerlendirilebilir.

Kişiye ve terapötik hedeflere özel kurgulanan ve yürütülen, kolay erişilebilir ve son derece güvenli özellikleriyle çağdaş hipnoz uygulamaları artık bize daha fazla göz kırpıyor.

Dr. Cengiz Doğan

Metabolik Sendrom: Bir medeniyet sorunu


call centerÇok iyi bilinen bir deyim/atasözümüz vardır : “İşleyen demir ışıldar”. Bu tabir bedensel ve zihinsel fonksiyonlarımız için de geçerli elbette. Örneğin egzersiz yapmanın beden ve zihin sağlığı üzerine direkt etkileri var. Orta düzeyde yapılan düzenli egzersiz kalp krizlerini %50 oranında ve ölüm oranını ise %30 oranında azaltabiliyor. Özellikle gelişmiş ülkelerde şehirleşmeyle birlikte ortaya çıkan hareketsiz yaşam tarzının yaygınlaşması, stres yaratan faktörlerin, yeme-içme alışkanlıklarının değişmesi, kişi başına gıda, alkol ve sigara tüketiminin artması yeni sağlık sorunlarının ortaya çıkmasına ve halk sağlığını tehdit eder boyutlara ulaşmasına neden oldu. Gelişmişliğe eşlik eden sağlık sorunlarından birisi de  Metabolic Syndrome (Metabolik Sendrom). Her ne kadar başlangıçta gelişmiş toplumlarda dikkat çekse de günümüzde özellikle batılı tipte yaşam tarzının yaygınlaşması ve gıda endüstrisinin rafine ve yüksek kalorili gıdaları yaygınlaştırmasıyla birlikte gittikçe gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerde de bu sendromun görülme sıklığı artıyor.

 


 

Tanım

Metabolik sendrom, insülin direnciyle başlayan abdominal obezite, glukoz intoleransı veya diabetes mellitus, dislipidemi, hipertansiyon ve koroner arter hastalığı (KAH) gibi sistemik bozuklukların birbirine eklendiği ölümcül bir endokrin bozukluktur. Metabolik sendrom ayrıca insülin direnci sendromu, sendrom X, polimetabolik sendrom, ölümcül dörtlü ve uygarlık sendromu gibi farklı terimlerle de tanımlanmaktadır.

Sıklık

Metabolik sendrom görülme sıklığı erişkinlerde ortalama %22 olarak bildirilmektedir. Görülme sıklığı yaş ile artmakta, 20-29 yaş gurubunda % 6.7, 60-69 yaş gurubunda ise % 43.5 oranında görülmektedir. Ülkemizde metabolik sendrom görülme sıklığı, erkeklerde % 28, kadınlarda ise % 40 gibi oldukça yüksek değerlerdedir.

Sendroma neden patolojiler

Metabolik sendromun tüm bileşenlerinin altında yatan nedenleri açıklayabilecek tek bir genetik, infeksiyöz yada çevresel faktör henüz tanımlanamamıştır. Metabolik sendrom, insülin direnci zemininde gelişen heterojen bir hastalıktır. Poligenik(çoklu gen yatkınlığı) yatkınlık söz konusu olsa da, modern kent hayatının getirdiği sedanter yaşam ve yüksek kalorili beslenme sendromun seyrini alevlendirmektedir.

Tanı kriterleri

Metabolik sendrom için farklı tanı verilmiştir. Bizim tercihimiz Türkiye Endokrinoloji Metabolizma Derneği Metabolik Sendrom Çalışma Grubu’ nun tanı kriterlerini kullanmak yönündedir. Tanı kriterlerinde insulin direncini içeren 1999-Dünya Sağlık Örgütü Metabolik sendrom tanı kriterleriyle, insülin direncini içermeyen fakat daha sıkı metabolik eşik değerler hedefleyen 2001-NCEP ATP III tanı kriterlerinden oluşturulan tanı kılavuzunu dikkate alınmıştır.

Türkiye Endokrinoloji Metabolizma Derneği, Metabolik Sendrom Çalışma Grubu- nun önerdiği, Metabolik Sendrom Tanı Kriterleri (2005)

Aşağıdakilerden en az biri:

  • Diabetes mellitus veya
  • Bozulmuş glukoz toleransı veya
  • İnsülin direnci

ve

Aşağıdakilerden en az ikisi:

  • Hipertansiyon (sistolik kan basıncı >130, diyastolik kan basıncı >85 mmHg veya anti- hipertansif kullanıyor olmak)
  • Dislipidemi (trigliserid düzeyi > 150 mg/dl veya HDL düzeyi erkekte < 40 mg/dl, ka- dında < 50 mg/dl)
  • Abdominal obezite (VKİ > 30 kg/m2 veya bel çevresi: erkeklerde > 94 cm, kadınlarda > 80 cm)*

* Türkiye verileri olmadığından IDF 2005 kılavuzunda Avrupalılar için önerilen değerler baz alınmıştır.

Metabolik sendromun bileşenleri

  1. İnsülin direnci

Tanımı, endojen veya ekzojen insüline karşı biyolojik yanıtsızlıktır. Genetik faktörler, fetal malnütrisyon, fiziksel inaktivite, obezite ve yaşın ilerlemesi insülin direncine neden olur.

Sağlıklı popülasyonda % 25, bozulmuş glukoz toleransında % 60 ve tip 2 DM’si olan- larda % 60-75 oranında insülin direnci görülür. Bu direnç, öglisemiyi sağlayabilmek için hiperinsülinemiyle karşılanmaya çalışılır. İnsülin direnci genelde hiperinsülinemiyle birliktedir, fakat her zaman hiperglisemiyle birlikte seyretmez. Hiperglisemi, insülin direncinin ileri evresidir.

  • Klinik pratikte en sık kullanılan yöntem HOMA formülüdür. Normal bireylerde

HOMA değeri 2.7’den düşük olarak bildirilmektedir, 2.7’nin üzeri ise değişik derecelerde insülin direncini yansıtır.
[HOMA: açlık insülini (μu/ml) x açlık plazma glukozu (mg/dl) / 405)]

 

saat

  1. Diabetes Mellitus

Her ne kadar tüm tip 2 diyabetiklerde insülin direnci olmasa da, aşikar DM veya bozulmuş glukoz toleransı varlığı metabolik sendromun tanı kriterlerinin ilk basamağını karşılar, ayrıca insülin direncinin olması aranmaz.

Diabetes mellitus tanı kriterleri:

  1. Açlık plazma glukoz değerlerine göre;

Açlık plazma glukozu <100 mg/dl = normal
Açlık plasma glukozu 100-125 mg/dl = bozulmuş açlık glukozu (BAG) Açlık plazma glukozu ≥126 mg/dl = diabetes mellitus

    1. OGTT değerlerine göre;
      2. saat plazma glukozu <140 mg/dl = normal
      2. saat plazma glukozu 140-199 mg/dl = bozulmuş glukoz toleransı (BGT) 2. saat plazma glukozu ≥ 200 mg/dl = diabetes mellitus

Bozulmus açlık glukozu ve bozulmuş glukoz toleransı olan kişilerde aşikar diabetes mellitus gelişme riski artmıştır ve bu hastalar “pre-diyabet” olarak tanımlanmaktadır.

Tokluk hiperglisemisi, bağımsız bir kardiyovasküler risk faktörü olarak kabul edilmektedir.

 

 

 

diabetes-treatment

 

  1. Hipertansiyon

Esansiyel hipertansiyonun altında genellikle insülin direnci bulunmaktadır. İnsülinin santral sempatik aktiviteyi arttırıp, böbrekten su ve tuz tutulumunu uyarmasıyla beklenen hipertansif etkisi, normal fizyolojik koşullar altında oluşturduğu periferik vazodilatasyona bağlı hipotansif etkisiyle dengelenmiştir. İnsülin direnci varlığında, periferik vazodilatör etkisine de direnç geliştiği için dengelenememiş vazopressör etkisiyle hipertansiyon oluşturduğu düşünülmektedir.

  1. Dislipidemi

Metabolik sendrom’da trigliserid ve küçük-yoğun LDL yüksek, HDL kolesterol düşük iken, LDL kolesterol genellikle artmamıştır. İnsülin direnci ilerledikçe, trigliserid düzeyleri yükselmekte, HDL düşmektedir. Hipertrigliseridemi ve HDL düşüklüğü kardiyovasküler hastalık riskini arttırır.

  1. Obezite

Türkiye’ de 20 yaş ve üzerindeki kişilerin %34’ünde abdominal obezite görülmektedir. Abdominal obezite insülin direncinin en önemli göstergesidir. Ancak insülin dirençli metabolik sendrom olgularının bir kısmında obezite bulunmayabilir. Yağ dokusu doku leptin, rezistin, adiponektin gibi birçok hormon ve sitokin salgılayan (TNF-a, IL-6, IL-8) aktif bir endokrin organdır. Her obez hasta metabolik sendrom açısından taranmalı ve visseral adipozite göstergesi olarak vücut kitle indeksi yerine bel çevresi ölçümü kullanılmalıdır. Bel çevresi, arkus kostaryum ve spina iliaka anterior superior arası mesafenin orta noktasından ölçülmelidir.

  1. Koroner arter hastalığı
  2. Non-alkolik yağlı karaciğer
  3. Polikistik over sendromu
  4. Subklinik İnflamasyon

Metabolik sendrom erken oluşan atheroskleroz için risk faktörü olarak kabul edilmektedir. Metabolik sendromlu hastalarda Koroner Arter Riski (KAH) riski 3 kat artmıştır. Kardiyovasküler mortalite metabolik sendromlu hastalarda %12 iken, metabolik sendromu olmayanlarda bu oran %2.2 dir.

İnsülin direnci karaciğerde basit yağ birikiminden (hepatosteatoz), transaminaz yüksekliği (steatohepatit), hatta siroza kadar uzanabilen bir seyir izler. Obezlerin % 75’inde hepatosteatoz, % 20’sinde steatohepatit, % 2’sinde siroz gözlenir.

İnsülin direnci ile ortaya çıkan kronik anovülasyon ve hiperandrojenizmle karekterizedir.

% 40 olguda bozulmuş glukoz toleransı veya aşikar DM görülür.

Erken yaşlarda kardiyovasküler hastalık görülme riski artmıştır.

C-reaktif protein düzeyleri, abdominal obezite, trigliserid yüksekliği, HDL düşüklüğü ve kan glukozu gibi metabolik sendrom bileşenleriyle korelasyon gösterir. Metabolik sendrom’lu vakalarda, CRP düzeyleri arttıkça kardiyovasküler risk artar.

Bu akut faz cevabının, zeminde varolan bir subklinik inflamasyonu yansıttığı ve bu sürecin progresif olarak DM ve ateroskleroz gelişiminden, hatta plak rüptüründen sorumlu olduğu düşünülmektedir.

hypercoagulability

  1. Endotel fonksiyon bozukluğu (Vasküler Endotel: damarların iç çeperlerini kaplayan hücreler)

Vasküler endotel, normal koşullar altında birbirini dengeleyen vazodilatör-damar gevşeten (nitrik oksit) ve vazokonstriktör-damar kasan (anjiyotensin II) faktörler salan aktif endokrin bir organdır. Vasküler endotelin bu iki fonksiyonu arasındaki dengenin kaybı endotel disfonksiyonu olarak tanımlanır.

Metabolik sendromun klinik belirtileri ortaya çıkmadan önceki dönemlerde endotel disfonksiyon geliştiği gösterilmiştir. Endotel disfonksiyonunun tayini için en sık başvurulan noninvazif yöntem, brakiyal arterde akıma bağlı dilatasyonun doppler US ile ölçümüdür.

  1. Hiperkoagülabilite (Pıhtılaşmaya yatkınlık)

Metabolik Sendrom da tedavi yaklaşımları

Metabolik sendrom tedavi hedefleri; insülin direncine neden olan risk faktörlerinin yaşam şekli değişiklikleri ile kontrol altına alınması ve gerekli koşullarda klinik hedeflere ulaşmak amacıyla ilaç tedavisinin başlanmasıdır. Yaşam tarzı değişikliği dışında, metabolik sendromu tedavi edebilecek tek bir ilaç söz konusu değildir. En uygun tedavi yöntemi, kilo kaybının temini ve düzenli egzersiz için yaşam şekli değişikliğinin sağlanması, sağlıklı beslenme ve sigaranın kesilmesidir.

Kilo kaybı

  • %5-10’luk kilo kaybı bile metabolik sendromun tüm bileşenlerini kontrol altına alabilir.
  • %7’lik kilo kaybı ile birlikte düzenli fizik aktivite 4yıl içinde Tip2 DM gelişme riski %50 azaltmaktadır.

Diyet düzenlemesinin dengeli ve sağlıklı olması ve hekim kontrolünde yürütülmesi önerilir. Önerilerine uyum için davranış tedavisi ve uzun süreli takip gerekir.

Fizik aktivite

  • Düzenli fizik aktivite insülin direncini düzelterek glukoz, kan yağı ve kan basıncı kontrolünü sağlar ve kardiyovasküler fonksiyonları düzeltir.

Kilo alımının engellenmesi için düzenli olarak hergün 45-60 dakika fizik aktivite yapılmalıdır. Kardiyovasküler risk azalması için ise günde 10.000 adım atılması önerilmektedir.

İlaç Tedavileri

İlaç tedaviler, insulin direnci, diyabet, hipertansiyon, kan yağ seviyelerinde bozukluk, pıhtılaşmaya yatkınlık, enflamasyona yönelik olarak düzenlenir.

Obezite Cerrahisi

Yaşam biçimi değişikliği, kilo kaybına yönelik diyet değişiklikleri, psikoljik destek ve diğer girişimlere rağmen kilo verememiş bireylerde aşağıdaki koşullarda obezite cerrahisine yönlendirme yapılmaktadır.

VKİ (Vücut Kitle İndeksi) kg/m2, 35-40 arasında is eve kişide şişmanlığa bağlı en az iki yandaş hastalık varsa (diyabet, hipertansiyon vs.)

VKİ (Vücut Kitle İndeksi) kg/m2, 40’ ın üzerinde olması.

Kaynaklar:

Metabolik Sendrom Kılavuzu© Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Derneği • 2009

Visceral obesity: a “civilization syndrome”. Björntorp P1 / Blood Press. 2000;9(2-3):71-82.


Metabolic Sendrom tedavisi için metabolic balance® 

Detaylı bilgi ve görüşme talepleriniz için TIKLAYINIZ

Obezite tedavisi, kilo kontrolü ve hipnoterapi – 1

Obezite küresel boyutta gittikçe daha önemli bir halk sağlığı sorunu haline geliyor. Gelişmiş ülkelerde olduğu kadar gelişmekte olan ülkelerde de obezite her geçen gün artış gösteriyor.

Obezite, genel olarak bedenin yağ kütlesinin yağsız kütleye oranının aşırı artması sonucu vücut ağırlığının arzu edilen düzeyin üstüne çıkmasıdır.

Obesity1

 

Dünya Sağlık Örgütü’nün obezite sınıflandırması esas alınarak obeziteyi belirlemek için yaygın olarak Vücut Kitle İndeksi (VKİ) kullanılmaktadır. VKİ, bireyin vücut ağırlığının (kg), boy uzunluğunun (m cinsinden) karesine (VKİ=kg/m2) bölünmesiyle elde edilen bir değerdir. VKİ boy uzunluğuna göre vücut ağırlığının tahmin edilmesinde kullanılmakta, vücutta yağ dağılımı hakkında bilgi vermemektedir.

Vücut Kitle İndeksi Sınıflaması – VKİ (kg/m2)

VKI tablo

 

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından Asya, Afrika ve Avrupa’nın 6 ayrı yöresinde yapılan ve 12 yıl süren bir araştırmada 10 yılda obezite görülme sıklığında %10-30 arasında bir artış saptandığı bildirilmiştir.

Aşırı kilo sorunu görülme sıklığı yetişkinlerde Amerika Birleşik Devletleri’nde erkeklerde %33.3, kadınlarda ise %35.3, Avrupa’da ise erkeklerde %32-79, kadınlarda ise %28-78 arasında raporlanmıştır.

Ülkemizde de diğer dünya ülkelerinde olduğu gibi obezite görülme sıklığı gün geçtikçe artmaktadır.

Sağlık Bakanlığı’nca 2010 yılında yaptırılan bir araştırmaya göre Türkiye’de obezite sıklığı

  • Erkeklerde %20,5
  • Kadınlarda ise % 41,0
  • Toplamda % 30,3

olarak bulunmuştur.

Toplamda fazla kilolu olanlar %34,6, fazla kilolu ve şişman olanlar %64,9, çok şişman olanların oranı %2,9 olarak bulunmuştur.

Çocuklar ve adölesanlarda görülme sıklığı ise,

  • 0-5 yaşta obezite sıklığı % 8,5 (erkek %10,1, kız %6,8)
  • 6-18 yaşta obezite sıklığı % 8,2 (erkek %9,1, kız %7,3)

olarak bulunmuştur.

Aşırı kilo ve obezite oluşmadan korunma büyük önem taşımaktadır. Obeziteden korunma, çocukluk çağında başlaması gerekmektedir. Çocuk ve adolesan döneminde oluşan obezite, yetişkinlik dönemi obezitesi için zemin hazırlımaktadır. Bu nedenle aile, okul ve çevre yeterli ve dengeli beslenme ve fiziksel aktivite konularında bilgilendirimesi gerekmektedir.

Obezite tedavisi, bireyin kararlılığı ve etkin olarak katılımını gerektiren, bazen uzun olabilen bir süreçtir. Aşırı kilo sorununun ortaya çıkmasında pek çok faktörün etkili olması ve beraberinde başka sağlık sorunlarının da eşlik edebilmesi bu sorunun önlenmesi ve tedavisini güç ve karmaşık hale getirmektedir. Bu nedenle kilo sorunlarının ve obezitenin çözümü mutlaka hekim kontrolünde yönetilmesi gerekmektedir.

Obezite tedavisinde amaç, gerçekçi bir vücut ağırlığı kaybı hedeflenerek, obeziteye ilişkin hastalık ve ölüm risklerini azaltmak, bireye yeterli ve dengeli beslenme alışkanlığı kazandırmak ve yaşam kalitesini yükseltmektir.  Çalışmalara göre vücut ağırlığının 6 aylık dönemde %10 azalması, obezitenin yol açtığı sağlık sorunlarının önlenmesinde önemli yarar sağlamaktadır.

Kilo kontrolü ve obezite tedavisinde farklı yöntemler tek başına veya birlikte kullanılabilmektedir. 

1. Beslenmenin düzenlenmesi – Tıbbi beslenme / diyet tedavisi,

Obezitenin tedavisinde tıbbi beslenme tedavisi anahtar rol oynamaktadır. Obezitede beslenme tedavisi ile:

  • Vücut ağırlığının, boya göre olması gereken (BKİ= 18.5 – 24.9 kg/m2) düzeye indirilmesi hedeflenmelidir. Tıbbi beslenme (diyet) tedavisinin bireye özgü olduğu unutulmamalıdır. Başlangıçta belirlenen hedefler, bireyin olması gereken ideal ağırlığı olabildiği gibi, ideal ağırlığının biraz üzerinde de olabilir.
  • Uygulanacak zayıflama diyetleri yeterli ve dengeli beslenme ilkeleri ile uyumlu olmalıdır. Amaç, bireye doğru beslenme alışkanlığı kazandırılması ve bu alışkanlığını sürdürmesidir.
  • Vücut ağırlığı boya göre olması gereken (BKİ= 18.5 – 24.9 kg/m2) düzeye geldiğinde tekrar ağırlık kazanımı önlenmeli ve kaybedilen ağırlık korunmalıdır.

Untitled

 

2. Egzersiz ve fizik aktivite

Egzersizin ağırlık kaybını sağlamadaki etkisi halen tartışmalıdır. Buna ragmen fiziksel aktivitenin yağ dokusu ve karın bölgesindeki yağlanmayı azalttığı, diyet yapıldığında görülebilen kas kütle kayıplarını önlediği kesin olarak kabul edilmektedir. Ayrıca kas aktivitesinin artması insulin direncini azalmaktadır ve özellikle başta metabolik sendrom gibi metabolizma ile ilgili problemlerin çözümüne katkı sağlamaktadır. Egzersiz tedavisi ile, tıbbi beslenme tedavisini destekleyici nitelikte bireylerin tekrar kilo almaları belirli ölçüde engellenebilmekte, kas kaybıyla seyreden zayıflama ve tekrar kilo alınmasının önüne geçilebilmektedir.

Yetişkinlerin genelde tavsiye edilen her gün ortalama 30 dakika orta şiddette egzersiz yapması önerilmektedir. Bu düzey bir aktivite günlük 840kj (200kkal) enerji tüketimini sağlar.

Obez bireyde, egzersiz programının uygulanmasında dikkat edilmesi gereken en önemli konular, enerji harcamasını artırırken yaralanma riskinin en düşük düzeyde tutulmasıdır. Önerilen egzersiz programı, bireye özgü olmalı, eğlenceli, uygulanabilir ve bireyin günlük yaşam alışkanlıkları ile uyumlu olmalıdır.

GYM 2

 

3. Bilişsel ve davranışcı müdaheleler

Sağlık sorunlarınının ortaya çıkışında ve/veya çözümünde yaşanan zorluklarda bireylerin bilgi eksiklikleri veya yanlış bilgileri önemli rol oynamaktadır. Dolayısıyla öncelikle yiyecekler, insan davranışları, zihin ve beden işlevleri, etkileşimleri, öğrenmeler, temel bazı fizyolojik bilgiler, yeme içme alışkanlıkları gibi kritik konularda bilgi eksikliğinin giderilmesi, yanlış bilgilerin düzeltilmesi kilo problemlerinin çözümüne önemli katkı sağlamaktadır.

Vücut ağırlığının denetiminde davranış değişikliği yaratmak, fazla ağırlık kazanımına neden olan yemek yeme ve fiziksel aktivite ile ilgili olumsuz davranışları olumlu yönde değiştirmeyi veya azaltmayı, olumlu davranışları ise pekiştirerek yaşam biçimi haline gelmesini amaçlamak esas hedeftir.

4. Hipnoterapi

Hipnoterapi insan zihninin ve bilinç dışının önemli ve biricik potansiyellerini kullanarak başta zihin beden etkileşimi olmak üzere davranışlarda değişikliği başlatır, öğrenmeleri ve bireyin birikimlerini re-organize eder. Yeme içmeye, doymaya dair bireye yeni bakış açıları kazandırılmasını ve kilo alımına yol açan yaşam biçiminde değişiklikler yapılabilmesine olanak sağlar. Bireyin motivasyonunu artırmasına ve korumasına, diyete, egzersize ve davranış değişikliklerine olan uyumunu üst düzeye çıkartmasına yardımcı olur. Davranış değişikliğinin, iyilik halinin uzun süre ve kalıcı olarak korunmasını sağlamaktadır.

Hipnoterapi kilo kontrolünde seçilmiş vakalarda tek başına kullanılabileceği gibi özellikle bilişsel davranışcı yaklaşımlarla ve diyet düzenlemeleriyle birlikte kullanıldığında vakaların genelinde başarılı ve kalıcı sonuçların elde edilmesini sağlamaktadır.

Hipnozla kişinin aşırı kilo almasına neden olan yeme içmeye olan bakışı, alışkanlıkları, beden algısına kişinin beklentileri doğrultusunda müdahele edilmektedir. Eğer yeme içme bozukluğu olarak kendini gösteren altta yatan başka psikolojik sorunlar mevcutsa bunlar da ayrıca çözüme kavuşturulmaktadır.

mental sorun

5. Cerrahi tedavi

Obezite cerrahisinde güncel olarak iki yaklaşım mevcuttur.

Besinlerle alınan enerjinin azaltılmasına yönelik bariyatrik cerrahide hedef, besinlerin sindirim sisteminde emilimlerini azaltmaktır. Bu amaçla bypass, gastroplasti, gastrik bantlama, gastrik balon vb. yöntemleri kullanılır. Bu yaklaşımda vücut kitle indeksi (VKİ) hangi aşamada ameliyat yapılacağına karar vermede kullanılır. VKİ 35’ in üzerine çıkmış bireyler genelde kilolarını azaltabilmek yönünde farklı yöntemler denemelerine ragmen kilo verememişlerse çoğunlukla cerrahi tedavi gündeme geliyor. VKİ’ 35-40 arasında ve obeziteye bağlı şeker hastalığı, yüksek tansiyon, karaciğer yağlanması, uyku apnesi gibi en az iki yandaş rahatsızlığın olması durumunda ameliyat yapılıyor. VKİ 40’ ın üzerinde ise mutlaka cerrahi tedavi öneriliyor.

Çözüme ulaştıran bir tedavi seçeneği olmaktan daha çok kozmetik tarafı ağır basan bir diğer cerrahi yaklaşım plastik cerrahidir. Plastik cerrahide amaç, vücudun çeşitli bölgelerinde biriken yağ dokularının uzaklaştırılmasıdır. Tedavi estetik ağırlıklıdır ve eğer hasta obezite’ yi ortaya çıkaran yaşama biçiminde değişiklikler yapmazsa vücutta obeziteye götüren yağ birikimi tekrar gerçekleşmektedir.

Kaynaklar:

  • Türkiye Halk Sağlığı Kurumu – Obezite, Diyabet ve Metabolik Hastalıklar Daire Başkanlığı yayınları
  • World Health Organization. Obesity and Overweight Fact Sheets
  • Hypnotic Enhancement of Cognitive-Behavioral Weight Loss Treatments—Another Meta-Reanalysis – Irving Kirsch, University of Connecticut / Journal of of Consulting and Clinical Psychology. 1996. Vol.64, No. 3, 517-519

Yine, yeniden: Mutlu olanlar, ânı yaşayanlar

slider mavi zemin

 

Harvard Üniversitesinden iki araştırmacı tarafından yapılan bir çalışma insanların zamanlarının en az yarısında zihinlerinin başka bir yerde olduğunu ve bu durumun onları mutlu etmekten daha çok kederlendirdiğini ortaya koydu.

Araştırmacılar, yüzlerinde kocaman bir tebessüm bile olsa hayal kuran insanların bu görüntülerinin arkasında çoğunlukla mutsuz bir zinin olduğunu gördüler.

“Araştırmaya katılan gönüllülerin %46,9’ u zihinlerinde, o an uğraştıkları şeylerin dışında bir konuyla ilgileniyorlardı. Bu kişilerin kafalarında her neyle meşgul olurlarsa olsunlar kesinlikle mutsuzlardı.”

Bir işte çalışanları veya bir okulda çocukları izleyen gözetmenler iyi bilirler ki insanların zihinleri sürekli bir şeylerle meşgul olmakta ve bir yerlerde gezinmektedir. Bazen geçmişte, yaşanmış olaylarla ilgilenirken bazen de gelecekte bir hayalle meşgullerdir. Farklı zamanlara, farklı yerlere ve dünyalara gider ve gelirler.

Araştırmacılar bu durumu izleyerek insanların odaklandıkları şeyleri ve kendilerini nasıl hissettiklerini anlamak ve çalışmaya bir veri olarak aktarmak üzere cep telefonunda kullanılan bir uygulama geliştirdiler.

Rastgele 2250 gönüllüyle teamsa geçilerek 250.000 veri toplandı. İnsanlara “şu an ne yaptıkları” ve “yaptıkları o şeyle mi yoksa başka bir şeyle mi ilgili düşündükleri” soruldu. Deneye katılan kişinin zihni eğer uğraştığı şey dışında bir konuyla meşgulse bu kişiye aynı zamanda zihninde uğraştığı şeyin veya hissettiklerinin keyifli mi, keyifsiz mi yoksa nötr mü olduğu soruldu.

Araştırmaya katılan gönüllülerin %46,9’ u zihinlerinde yaptıkları işin veya o an uğraştıkları şeylerin dışında bir konuyla ilgileniyorlardı. Bu kişilerin kafalarında her neyle meşgul olurlarsa olsunlar kesinlikle mutsuzlardı. Yapılan “time-lag” analizi sonucunda araştırmacılar bu zininsel gezinmenin mutsuzluğun bir sonucu değil, bilakis nedeni olduğunu buldular.

Gönüllülere arandıklarında o anda meşgul oldukları aktiviteyi tanımlayabilecekleri 22 farklı seçenek verildi. En mutlu kişiler çoğunlukla sevişenler, egzersiz yapanlar veya o sırada konuşuyor olanlardı. Mutsuz olanlar ise çalışanlar, evde bilgisayar kullananlar veya dinlenenlerdi.

Araştırmacılar bir kişinin mutsuzluk nedeninin sadece %4,6’ sı uğraştığı isle, aktivitesiyle ilgili olduğunu buldular. Fakat ilginç olan mutluluklarının %10,8’i zihinlerinin bir yerlede geziniyor olmasıydı.

Biri hariç listedeki her aktivite için kişiler zamanın %30’ unda zihinlerinin başka bir yerde geziniyor olduğunu raporladırlar. Sadece sevişirken bir zihinsel gezinme yaşamıyorlardı.

Araştırmacılar bu bulguları “anı yaşayan” insanların, diğerlerinden daha mutlu olduğu yönünde değerlendirdiler. Geçmişte ya da gelecekte gezinmek, hayal kurmak insan zihninin olağan bir durumları olmasına rağmen “ânâ” “günümüze” odaklanan kişiler kendilerini daha mutlu olarak tanımlıyorlar.

Araştırmacılar bu araştırmaya katılan gönüllülerin yaş dağılımları (18-88 arası) ve çok farklı meslek gruplarını ve sosyoekonomik çevreden insanı içermesinden dolayı sonuçların rahatlıkla genellenebileceğini söylüyorlar.